Serdar Yıldırım Hikayeleri

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
ZAVALLI ÇOBAN
Bundan yıllarca önce, köyün birinde yetim bir çoban yaşarmış. Anası, babası, kimi kimsesi yokmuş. Sabahları gün ağarırken kalkar, ekmeğini, soğanını, peynirini, kavalını torbasına koyar, koyunlarını evinin yanındaki ağıldan çıkarır, eline sopasını alır, köpeği Karabaş’ la birlikte erkenden yola çıkarmış. Çimenin, çayırın bol olduğu yerlerde koyunları otlatır, öğle üzeri dere kenarında oturup yemeğini yedikten sonra kendi yaptığı kavalı çalar, türkü çağırırmış. Akşamüstü gün kararırken koyunları toplar, evine geri dönermiş. Bu böyle haftalarca, aylarca sürmüş.

Bir gün sabah erkenden koyunlar önde, kendisi arkada giderken yol kenarında sırma saplı, altın yaldızlı bir kaval bulmuş. Kavalı yerden almış, öttürmüş, sesi pek hoşuna gitmiş: “ Bizim köyden kimsenin böyle kavalı yoktu. Herhalde yabancı birisi düşürmüş olacak, diye düşünmüş. Kavalı ben buldum, benim oldu “ demiş. Eski kavalı atmış, yeni kavalı çalmaya başlamış. Daha sonraki günlerde işleri ters gitmeye başlamış. Koyunlarını hastalık kırıp geçirmiş. Elli koyundan iki ay içinde beş koyun kalmış. Zavallı çoban çok sıkıntılı günler geçirmeye başlamış. Koyun sütü içemez, peynir yapıp yiyemez, soğan bile alamaz duruma gelmiş. Ekmeğe su katık eder olmuş. Bizim koyunlar da hastalanmasın diye komşuları gelip gitmez olmuşlar.

Bir gün öğle vakti yemeğini yedikten sonra sırma saplı, altın yaldızlı kavalı çalarken uykuya dalmış. Saatler sonra köpeği Karabaşın havlamasına uyanmış. Bakmış kalan beş koyunu kurtlar götürüyor. Sopasını kaptığı gibi kurtların peşine düşmüş, yetişememiş. Yorgun argın, üzgün, perişan bir şekilde uyuyup kaldığı yere dönmüş. Başlamış dövünmeye, söylenmeye: “ Vah benim kara talihim, kötü kaderim, alınyazım. Ne güzel bir sürü koyunum vardı. Ne güzel geçinip gidiyordum. Hastalık aldı götür hepsini.Bari şu beş koyunu kurtlar kapmasaydı. Kuru ekmeğe de razıydım… Vay benim yoksulluğum, vay benim alınyazım..” diye dövünüp ağlarken aniden yan tarafında: “ Zavallı Çoban neden kadere bu kadar isyan edersin? Kader hep kederle gelir, bilmez misin? Yoksulluk alınyazısı değildir “ diyen tatlı bir genç kızı duymuş. Çok şaşırıp ayağa kalkmış, etrafına bakınmış, kimseler yokmuş. “ Öyleyse bu ses nereden geldi? “ diye düşünmüş. Yine aynı genç kız sesi: “ Zavallı Çoban, ben kavalın içindeyim ” demiş. Bunun üzerine çoban: “ Kavalın içinde misin?..Kaval konuşur mu?..Hem oraya nasıl girdin? ” diye sormuş.

Genç kız sesi: “ Ben bu ülke padişahının kızı Prenses Nazlı’yım. Saray büyücüsü herkese kötülük yapmaya başladığı için babam büyücüyü saraydan kovdu. Saray dışında gezintiye çıktığım bir gün büyücü intikam almak için muhafızlarımı öldürüp beni kaçırdı. Kara ormandaki kulübesinde bana sihirli şerbetler içirtip büyü yaptıktan sonra beni bu kavalın içine hapsetti. Sonra da “Bu kavalı bulup çalanın işleri rast gitmesin, her şeyini kaybetsin ” diye beddualar etti.Büyücünün büyüyü her gün dua ederek aynı seviyede tutması gerekiyordu.Herhalde benim konuşabilmem büyücünün son günlerde dua etmeyi unutmasından meydana geldi. Bu büyücünün büyük işler peşinde olduğunu, babamı tahtından indirip yerine geçtikten sonra komşu ülkelere saldırıp, savaş çıkarmayı planladığını gösteriyor. Şimdi beni saraya götür..”

Zavallı Çoban kaval elinde, yanında köpeği Karabaş’ la beraber günlerce yol yürüdükten sonra başkente varmış. Tahta bir sandığın içine kavalı koymuş. Saraya gitmiş. Prenses Nazlı’ dan haber getirdiğini söyleyince padişahın huzuruna çıkarmışlar. Zavallı Çoban tahta sandığı masanın üstüne koymuş. Sandıktaki kaval konuşmaya başlamış: “ Baba, ben Prenses Nazlı’ yım. Saraydan kovduğun büyücü beni kaçırdı, büyü yaptı ve beni bu sandığın içindeki kavala hapsetti. Kara ormandaki kulübesinde yaşıyor. Büyük kötülükler planlıyor. Ancak büyücünün ölmesi beni eski halime döndürebilir. Bu sandığı odama çıkarın. Zavallı çoban büyü yüzünden çok sıkıntı çekti, her şeyini kaybetti. Kendisini yedirin, içirin, giydirin; iki kese de altın verin, rahat etmesini sağlayın..”

Padişahın ilk şaşkınlığı geçtikten sonra komutanına gerekli emirleri vermiş. Komutan askerlerle birlikte gidip büyücüyü kara ormanda yakalayıp öldürmüş. Büyücünün ölmesi ile büyünün tılsımı bozulmuş. Büyü yeni dualarla beslenemediği için Prenses Nazlı birkaç gün sonra altın yaldızlı kavalın içindeki hapis hayatından kurtulmuş. Eski haline dönmüş, genç ve dünya güzeli bir kız olmuş. Zavallı Çoban sarayda okuma-yazma öğrenmiş, bilgi ve becerisini geliştirmiş. Devlet yönetimi hakkında kitaplar okumuş, dersler almış. Sonraki yıllarda yaşlı padişah vefat edince Prenses Nazlı “ Kraliçe “ olmuş, Zavallı Çoban’ a “ Vezir “ lik rütbesi vermiş. Vezirçoban, ülkenin ilerlemesine, yoksulluğun azalmasına, insanların hakça ve mutlu olarak yaşamalarına çalışmış.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Masal Bahçesi Dizisi - AFG Yayıncılık - Sayfa: 1-32
İnci Masallar - Aydede Yayıncılık - Sayfa: 38-44
Kar Tanesi Hikayeler - Pofuduk Yayınları - Sayfa: 31-42
Bal Peteği Hikayeler - Aydede Yayıncılık - Sayfa: 9-17
En Güzel Çocuk Hikayeleri - Aydede Yayıncılık - Sayfa: 20-27
Nar Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015
Asistan - 5 Renk Yayınevi - Yayın Yılı: 2011 - Yardımcı Ders Kitabı

Bunlar benim bulup satın aldığım kitaplar. Kim bilir daha kaç tane var? Yayınevleri internetten alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım okuyucuya güzel eserler sunmaktır.
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
KARAGÖZ İLE HACİVAT: MİRAS
Karagöz’e Mısır’daki amcasından bir sandık altın miras kalır. Bunun üzerine Karagöz yakın arkadaşı Hacivat ile beraber bir ticaret gemisine binip Mısır’a giderler. Miras işlemlerini hallettikten sonra yine bir ticaret gemisine binip geri dönerler. Ama Marmara Denizi’nde kürekçilerin isyanı sırasında su alan gemiden yolcular kayıklara binerek kurtulurlar.
Karagöz ile Hacivat altın dolu sandıkla Mudanya kıyılarına, bindikleri kayıkla ulaşırlar ama sahilde konuşmaya daldıklarından iskeleye iyi bağlamadıkları kayık dalgalara kapılır ve gözden kaybolur. Daha sonra bir at arabasına binerler ve Bursa’daki evlerine dönerler. Bırak bir sandık altını ceplerindeki para da bitmiştir. İş bulup çalışarak para kazanmaları gereklidir ama nasıl bir iş? Onlar aralarında bu konuyu konuşurken tatlı bir sohbete dalarlar. Giderek sohbet koyulaşır, şakalaşmalar artar.
Karagöz: “ Sence nasıl bir iş tutayım Hacivat. Ama tutacağım iş de az emek harcayıp çok para kazanayım. “
Hacivat: “ Öyle iş olmaz Karagözüm. Ne demek az emek çok yemek. Az emek az yemek. “
Karagöz: “ Sen de amma yaptın be Hacıcavcav. Bana az yemek vere vere açlığa mı alıştıracaksın. Biraz insaflı olsan da tabağımı dolmayla doldursan. Pek severim dolmanın yanına köfteyi, ondan sonra pilavı ve şamtatlıyı. “
Hacivat: “ Bu kadar yeter mi Karagözüm? İstersen nohuttan, musakkadan, makarnadan ve cacıktan da alsan.”
Karagöz: “ Onları sen ye Hacıcavcav. Benim istediklerimden ikişer porsiyon olsaydı, o yemeklerden birazı sabaha kalsaydı, ne güzel olurdu. “
Hacivat: “ Tamam Karagözüm, bu istediklerin olur olmasına da, çok çalışırsan, çok kazanırsan, bu yemeklerden yersin. “
Karagöz: “ Ahh. Ah. Keşke kayığı iyi bağlasaydık ve altınlar kaybolmasaydı. Altınları bozdurur bozdurur harcar, yer içerdik. Keyifli bir hayat sürerdik. "


Yazan: Serdar Yıldırım


5. Sınıf Türkçe Kitabı
Üç Renk Yayınevi
Soru Bankası
Yayın Yılı: 2015
Sayfa: 168


-------------------------------------------------------------------------------------


KARAGÖZ İLE HACİVAT: HACİVAT’IN ATI
Hacivat’ın son zamanlarda işleri iyi gider. Çok para kazanır. Bu birikimi değerlendirmek için, bir yarış atı satın alır. Girdiği her yarışı kazanan meşhur bir at: Küheylan. Olayı duyan Karagöz, Hacivat’ın evine gidip kapıyı çalar. Hacivat pencereye çıkar ve sorar: “ Buyur Karagöz’üm, bir şey mi istemiştin?
Karagöz: “ Evet Hacivat, bir şey istemiştim. Duyduğuma göre, Küheylan’ı satın almışsın. Onu bana satar mısın? “
Hacivat: ” Neden olmasın Karagöz’üm. İyi bir fiyat verirsen satarım. De bakalım, ne veriyorsun? “
Karagöz: “ Hı?..”
Hacivat: “ Yani kaç para verirsin? Küheylan’ı kaça alırsın? “
Karagöz: “ On altın veririm. Sattın mı? “
Hacivat: “ Dur bakalım, Karagöz’üm. Hemen sattın mı olur mu? Bir pazarlık yapalım, değil mi? “
Karagöz: “ Nazarlık taktırırım, Küheylan’a. Anlaştık o zaman. “
Hacivat: “ Yapma Karagöz’üm. Alışverişi oldubittiye getirme. On altına Küheylan mı satılırmış? Çık biraz, çık çık. “
Hacivat’ın ne dediğini tam olarak anlayamayan Karagöz evin merdivenlerini çıkmaya başlar. Sonunda, burnu kapıya dayanır.
Hacivat: “ Çık Karagöz’üm, çık çık. “
Karagöz: “ Kapıya kadar çıktım. Daha fazla çıkamıyorum. “
Hacivat: “ Ben sana merdivenleri çık demedim. Fiyatta çık, yani on altın dedin ya onu arttır, yirmi de, otuz de. “
Karagöz: “ Yirmi, otuz. “
Hacivat: “ Çık, çık. “
Karagöz: “ Elli, altmış. “
Hacivat: “ Çık, çık. “
Hacivat’ın çok para istemesine kızan Karagöz bağırır: “ Çık çıkı, çık çık. Sanki zil takıp oynuyorsun. Bre Hacivat, sen ne istiyorsun bu ata, onu söyle bakalım. “
Hacivat: “ Bak Karagöz’üm, ben atı yüz altına aldım. Üstüne kar da koy. Yüzü geç, yüzü geç.”
Karagöz: “ Yüzgeç balıklarda olur, alık. “
Hacivat: “ Hemen sinirlenme Karagöz’üm. Şunun şurasında ne güzel pazarlık yapıyoruz. Bak Karagöz’üm, Küheylan’ı sana veririm ama yüz yirmi altınını alırım. Bir kuruş aşağı olmaz. “
Hacivat’ın konuşmasına içerleyen ve Küheylan’ı alamadığına üzülen Karagöz, Hacivat’a küser. Bir hafta ne Hacivat’ın evinin önünden geçer, ne de onunla konuşur. Daha sonra iki eski dost tekrar barışırlar.


Yazan: Serdar Yıldırım


4. Sınıf Ata Tatilde
Ata Yayıncılık
Sayfa: 14-15
--------------------------
4. Sınıf Tüm Dersler
Gezegen Yayıncılık
Soru Gezegeni
Yayın Yılı: 2019
Sayfa: 39


----------------------------------------------------------------------------------


KARAGÖZ İLE HACİVAT: İBİŞ’LE DOMUZ AVI
Karagöz ile Hacivat, yanlarına İbiş’i de alıp, Uludağ’a domuz avına çıkarlar. Önceleri ellerde ok ve yay, kaşlar çatılmış, bakışlar keskin ormanda domuz ararken, sonraları yorgunlukla birlikte ok yaydan, kaş kaştan, bakışlar keskinlikten sıyrılır. Sıkıntıyı azaltmak için Karagöz’ün anlatmaya başladığı av hikâyeleri başına bela olur, çünkü anlattığının bir numara büyüğünü İbiş’ten duymak, Karagöz’ün giderek sinirlenmesine neden olur. Karagöz, İbiş’i uçurumdan aşağı atmakla tehdit eder.
İbiş: “ Tamam, beyabi. Kızma bana. Ben de bundan sonra konuşursam iki olsun. Şimdi rahat rahat istediğini anlat. “
Karagöz: “ Bre İbiş, sussana artık. Bir daha sana av yok. Hacivat, İbiş’i ava giderken yanımıza alalım demek yok artık. Bu son. “
Hacivat: “ Merak etme Karagözüm. Sen kalbini serin tut. Hiçbir ava İbiş’i götürmeyiz. “
Daha sonra Karagöz ile Hacivat ve İbiş domuz aramaya devam ederler, fakat ortalıkta hiç domuz yoktur.
Hacivat: “ Sabahtan beri arıyoruz, bir domuz göremedik. Hayatımda böyle bir şey ne gördüm, ne de duydum. “
Karagöz: “ Göremeyiz tabi, bu İbiş yanımızdayken. Bunun sesini duyan domuz karşı dağa kaçıyor. İki ok atmış, üç domuz vurmuş. Anlatsana o hikâyeyi bir daha. “
Hacivat: “ Aman Karagözüm, sinirlenme. İbiş o hikâyeyi anlattı, geçti. Ben inanmadım. Senin anlattığın hikâyeler daha bir inandırıcı oluyor. “
Karagöz: “ Doğru, çünkü ben olmuş olayları anlatıyorum. Yıllar önce gençken köyden arkadaşlarla domuz avına gittiydik. On kişiyiz. Ormanda büyük bir domuz sürüsünü tuzağa düşürdük. Etrafını kuşattık. Baktı domuzlar kaçış yok, birer birer yanıma geldiler. Ben de çaldım bıçağı boyunlarına, yirmiden sonrasını sayamadımdı. “
Hacivat: “ Hah hah ha.. İlahi Karagözüm. Sen de değme avcılara taş çıkartırsın. Avcılıkta, atıcılıkta benden ileridesin. “
İbiş: “ Benim de yıllar öncesinden bir domuz avı hikâyem vardı, ama beyabi kızar diye anlatamıyorum. “
Hacivat: “ Yeni bir domuz hikâyesi ha. Ama anlatma. Karagöz’ü kızdırmayalım. Keşke demeseydin. Merakta bıraktın beni, İbiş. “
Karagöz: “ Ben de meraklandım. Bana bak İbiş, destekli atarsan kızmam ama desteksiz atarsan, seni uçurumdan atarım, bilmiş ol. “
İbiş: “ Tamam beyabi ve Hacıabi. Atışlar destekli olacak. “ İbiş, konuşmasına devam eder ve ben sekiz yaşındayken der. Karagöz’ün ayağa kalktığını gören İbiş ağız değiştirir. “ Yani on sekiz yaşındayken demek istedim. “
Bunun üzerine Karagöz: “ Hah öyle söyle. Beni kızdırma. Şimdi devam et. “
İbiş: “ Manda kadar bir domuz bizim tarlalara dadandıydı. Tarlada mısır, bağda üzüm bırakmadıydı. Ye babam ye. Baktık yedikçe doymaz bu domuz, yakında ağaçları da yer. Babam, dedem, amcam, yeğenlerim ve ben tarlada, bağda nöbete durduk. Ben bağda bekliyorum. Bir gün öğle vakti domuz bağa girdi. Zönk zönk deyip yürüyüp geliyor. Yakaladım domuzu suratına iki tokat, başladı domuz ağlamaya. Bir yandan da,” Abi, ben sana ne yaptım? Neden vuruyorsun?” diye vızırdıyor. Ben de bağırdım. Bak şu bağdaki üzümleri ben mi yedim. Başkasının üzümünü nasıl habersiz yersin. Ben böyle bağırdım ama domuz ne dese beğenirsiniz. Ne yapayım, açım, abi. Yemeseydim de açlıktan ölse miydim? O gün domuzu bıraktım. Bir daha onu oralarda gören olmadı. Çok uzaklara gitmiş olmalı. “
Karagöz: “ Bre densiz, yine desteksiz attın. Ben seni uçurumdan atayım da gör “ diyen Karagöz, İbiş’in üstüne yürür. Bunun üzerine İbiş kaçar, gider. Daha sonra Karagöz ile Hacivat başka olay olmadan evlerine dönerler.


----------------------------------------------------------------------------------


KARAGÖZ İLE HACİVAT: HIRSIZ
Bir gece Karagöz’ün evine hırsız girer. Karagöz sabahleyin uyanınca bakar ki, ev tam takır kuru bakır. Hırsız utanmamış ve sokak kapısını söküp götürmüştür. Karagöz olayı zaptiyeye, hanımı da komşulara haber verir. Komşular, evin önünde toplanır ve az sonra iki zaptiye gelir. Karagöz’ün oğlu Yaşar, annesine sarılmış, ağlamaktadır. Küçük Yaşar’ın birkaç parça oyuncağını götüren hırsız acaba onları ne yapacaktır?
Karagöz’ün evinin soyulduğunu duyan kadim dostu Hacivat, eve gelir ve evde inceleme yapmaya başlar. İki zaptiye olayı soruşturur ve hırsızı yakalayacaklarını söyleyip gider. Zaptiyeler gidince, komşular dağılır. Karagöz ailesinin yanında Hacivat kalır ve Karagöz’ü sorguya çekmeye başlar.
Hacivat: “ Canım Karagöz’üm, hırsız gelmiş, dolapları, masaları götürmüş. Kapıyı sökmüş. Hiç mi gürültü, tıkırtı duymadın? “ diye sorar.
Karagöz: “ Bu ne biçim soru, Hacivat. Gürültü, tıkırtı duysam kalkıp da hırsızın ümüğüne basmaz mıyım? “
Hacivat: “ Her neyse, olan olmuş, biten bitmiş, eşyalar gitmiş. Şimdi bir oyun etmeli de, şu hırsızı yakalamalı. Hah buldum!. Karagözüm, siz bir yandan, ben bir yandan komşuların arasına dalalım, onları senin evde bir kese altın olduğuna inandıralım. Bu durum kulaktan kulağa yayılır ve hırsızın kulağına giderse, hırsız mutlaka senin eve damlar. “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun, Hacivat? Bende bir kese altın yok ki? “
Hacivat: “ Olduğunu farz et. Hırsızı yakalamak için, bu bir yem. Oltanın ucuna yem takarsan balık yakalarsın. Balık yeme gelir de, hırsız altına gelmez mi? Siz benim dediğimi yapın gerisine karışmayın. “
Karagöz: “ Tamam, Hacivat. Senin bu tür işlere aklın erer. Bende bir kese altın olduğunu yayarız. Haydi, hanım, Yaşar, kalkın gidiyoruz. “
Karagöz’ün evinde bir kese altın olduğunu akşama kadar duymayan kalmamıştı. Eski kulağı kesiklerden olan Celal, gece yarısına kadar evin içinde dört döndü. Daha sonra evinden çıkıp, karanlık sokaklardan süzülerek geçti ve bir hayalet sessizliğinde Karagöz’ün kapısız evinden içeri girdi. Evdekilere elindeki şişenin içindekini koklatıp altınlara konardı. Şişeyi koklattığı kazazede top atsan uyanmazdı, fakat bu defa durum bambaşkaydı. Evdekiler uyanıktılar ve onu bekliyorlardı. Celal yatak odasına girince Karagöz ile Hacivat tarafından yakalandı ve bir iple sıkıca bağlandı. Ertesi gün zaptiyeler tarafından sıkı bir dayaktan geçirilerek zindana atıldı.
Karagöz’ün eşyaları hırsızın evinde bulundu. Kader, son günlerde işsiz olan, Hacivat’ın bulduğu işlerde çalışarak, kışın da turşu satarak geçimini sağlayan Karagöz’ün alnının teriyle çalışarak kazandığı eşyaları kaybedip buldurarak, onu sevindirmişti.


---------------------------------------------------------------------------------


KARAGÖZ İLE HACİVAT : OĞULLARI
Karagöz’ün oğlu Yaşar ile Hacivat’ın oğlu Sivrikoz arasında, babaları kadar olmasa bile, hatırı sayılır bir rekabet vardı. Yaşar, Sivrikoz’un elinde yeni alınmış bir oyuncak görmesin, ne yapar eder, Karagöz’e oyuncağın aynısını aldırırdı. Hani ya Sivrikoz’un Yaşar’dan aşağı kalır yanı mı vardı? Sivrikoz, Yaşar’ın elinde ne görürse isterdi. Oğlunun gözlerinde yaş, kalbinde acı görmek istemeyen Hacivat ikiletmeden oğlu ne istiyorsa alırdı.
Böylece aradan yıllar geçti. İkisi de birer yiğit olan gençler düğün güreşlerine katılmaya başladılar. Güreşlere katılanlar birer havlu, rakiplerini yenip baş olan güreşçi ise, kınalı bir koç kazanıyordu. İlk katıldıkları güreşlerde birinci, ikinci turlarda elenen Yaşar ile Sivrikoz, tecrübeleri arttıkça güreşlere ağırlıklarını koymaya başladılar. Nihayet, bir düğünde finale kalma başarısını gösterdiler. Bunun üzerine Karagöz, Hacivat’ın yanına gider ve oğlunun güreşlerden çekilmesini ister.
Hacivat: “ Hiç öyle şey olur mu Karagözüm? Oğullarımız bileklerinin hakkıyla finale adlarını yazdırdılar. Çıkarlar meydana aslanlar gibi güreşirler. Kim güçlüyse galip gelir ve şampiyon olur. “
Karagöz: “ Benim oğlum şampiyon olur, çünkü senin oğlundan daha iri. “
Hacivat: “ İrilikle şampiyon olunmaz ki, güreşte kuvvetli olan, atak olan ve nefesini iyi ayarlayan rakibine üstünlük sağlar. Bütün bunlar benim oğlumda var. “
Karagöz: “ Günah benden gitti. Rezil olmayasınız diye geldim. Benimki, senin oğlunu hamur gibi yoğuracak ve koçu kazanacak. “
Hacivat: “ Bak Karagözüm, koçu benim oğlum kazanır. Bundan korktuğun için, oğlun güreşten çekilsin diyorsun. “
Karagöz: “ Ben kimseden korkmam. Hata bende, kırk yılda bir şey istedim, onu da yapmadın. “
Hacivat: “ Ama canım efendim, borç para istemiyorsun ki, dediğini yapayım. Oğluma güreşten çekil, hükmen yenik sayıl diye nasıl söylerim. “
Karagöz: “ Söyleyemezsin tabi, çünkü korkaksın. Yarın senin evin karşısında koçu şişe takıp kızartacağım. Sakın gelme bir parça et için. Yağma yok “ diyen Karagöz arkasını dönüp uzaklaşmaya başlar. Hacivat’ın seslenmesiyle durup dönen Karagöz’e, Hacivat şöyle der:
“ Yarın koç benim bahçede kızaracak. Toplanın gelin, kurban bayramı haricinde et yüzü mü görüyorsunuz? “
Ertesi gün yapılan güreşi Hacivat’ın oğlu Sivrikoz kazanır. Karagöz buna itiraz eder ve Sivrikoz’un daha önce açık düştüğünü ve güreşi oğlu Yaşar’ın kazandığını söyler. Bunun üzerine hakem heyeti toplanır ve karar değişikliği yaparak, Yaşar’ı şampiyon ilan eder. Bu duruma da Hacivat itiraz eder. Hakem heyeti görevsizlik kararı alıp topluca Bursa Kadısı’na gider. Bursa Kadısı, iki tarafı ve hakem heyetini dinledikten sonra müsabakayı berabere ilan eder. Kınalı koç kurallara uygun olarak kesildikten sonra, yarısı Sivrikoz’a, yarısı Yaşar’a verilir. Böylelikle olay tatlıya bağlanır.


-----------------------------------------------------------------------------------


KARAGÖZ İLE HACİVAT: İDAM FERMANI
Günlerden bir gün, Karagöz, Bursa sokaklarında turşu satarken, yanına bir adam yaklaşır:
" Ben beni arıyorum ama bulamıyorum. Sen beni buldun mu? " diye sorar. Adamın ne dediğini anlamayan Karagöz sadece " hı " der. Bunun üzerine adam tekrar sorar:
" Ben kendimi arıyorum ama yokum. Yoksam yokum ve ben yoktan çıkıp, kendimi bulup kendimle kucaklaşmak istiyorum. "
Karagöz: " Bre adam, kendinle nasıl kucaklaşacaksın ki? İnsan ancak bir başkasıyla kucaklaşabilir.
Adam: " İnsanlar çift yaratılmıştır derler. Böyle bir şey doğruysa eğer, işte ben bu çiftimi, benzerimi arıyorum. Tıpkısının aynısı ben bu adamı sen tanıyor musun? Görmüşlüğün var mı? "
Karagöz: " Görmüşlüğüm var. Onunla konuştum bile. "
Adam: " Gördün mü? Konuştun mu? Nerede gördün, konuştun, çabuk söyle? "
Karagöz: " Az önce görmeye, konuşmaya başladım. Şimdi de onu görüyorum, konuşuyorum. O sensin ya. "
Karagöz ile konuşan, onu ara sokaklara çeken, Hacivat'tır. Ulucami'nin yapım işinde çalışan Karagöz ile Hacivat sık sık tartışarak caminin yapımını geciktirince, padişah Orhan Gazi bunun nedenini mimardan öğrenir ve Karagöz ile Hacivat hakkında idam fermanı çıkarır. Ertesi gün tebdil kıyafet camiye gelen Orhan Gazi, Karagöz ile Hacivat'ın tartışmalarını izler ve gülümsemekten kendini alamaz. Saraya dönünce, verdiği ölüm kararı için pişman olur. Padişah, fedailerinden birini, Hacivat'a gönderir. Fedai, Hacivat'a, tanınmaması için ne lazımsa yapıp, Karagöz'ü de yanına alıp, Bursa'dan gitmelerini ve kurtulmalarını söyler.
Hacivat evine gider ve sakallarını keser, sadece bıyıkları kalır. Yıllardır giymediği elbiselerini giyer, Karagöz'ü arar. Hacivat'ın Karagöz'ün yanına gidince sesini değiştirerek konuşmasının sebebi; Karagöz'ün şaşırmasını sağlayarak daha ne olduğunu anlamadan, onu Bursa'dan uzaklaştırmaktır. Hacivat olanları Karagöz'e küt diye anlatsa, padişahın idam fermanına karşı gelmek istemeyecek Karagöz, kendini celladın önüne atacaktır.
Hacivat Karagöz'ü Bursa dışına çıkarınca normal sesiyle konuşmaya başlar, Hacivat olduğunu söyler ve olanları anlatır. Karagöz Hacivat'ı yıllardır sakallı gördüğü için, sakalsız haline güler ve Hacivat'la alay eder. Hacivat'ın tanınmamak için sen de sakalını kesmelisin demesi üzerine Karagöz: " Sen ne diyorsun Hacivat? Ben hayatta sakalımı kesmem. " der.
Bunun üzerine Hacivat: " Sakalını kesmezsin ama tanınır da yakalanırsan ne olacak? İnsanın hayattaki en önemli amacı, hayatını devam ettirebilmesi olmalı. Geride kalacak karını, çocuğunu düşün. Onlar sensiz ne yapar, ne yer, ne içerler? " der.
" O da doğru ya. "
" Gel bakalım, şu dere boyunda tıraşını ol. Erkek adama bıyık da yakışır. "
Tıraştan sonra Hacivat, Karagöz ile birlikte, yakındaki bir çiftlikten iki at satın alırlar ve atlarına binip hep batıya doğru yol alarak, Balıkesir taraflarına giderler. Birkaç yer dolaştıktan sonra, bir köyde iş bularak, tarlada ırgat olarak çalışmaya başlarlar.


İki ay içinde çalışkanlıkları ve doğrulukları sayesinde köydekilerle sağlam dostluklar kuran Karagöz ile Hacivat, bu arada kendilerine birer ev yaparlar. Köylülerin yardımıyla ailelerini buraya getirtirler ve uzun yıllar boyunca sakin bir hayat yaşarlar.
Bu arada Karagöz ile Hacivat'ın idam edildikleri söylentisinin çıkması üzerine arkadaşları Şeyh Küşteri çok üzülür ve perde gerisinde Karagöz ile Hacivat oyunu oynatmaya başlar. Oyun, Bursa halkı tarafından çok beğenilir ve zamanla Anadolu'ya yayılır. O köyde ve civar köy ve kasabalarda pek çok defa kimliklerini belli etmeden oyunları seyreden iki dost çok önemli bir ayrıntı hariç, oyunları beğenirler.
Karagöz'ün hemen her oyunda Hacivat'a vurup, O'nu dövmesi...
Bu durumun açıklamasını Karagöz şöyle yapar: " Ben Hacivat'a neden vurayım? O tam bir beyefendi. Bana her zaman yardımcı oldu. İşsiz, parasız kaldığım durumlarda bana iş buldu. Bu durum beni üzüyor. "
Hacivat ise: " Yok efendim, yok. Dayak, vurma falan yok. Bu oyunu oynatanlar, ilgiyi üst düzeyde tutabilmek için, Karagöz'e beni dövdürtüyorlar. Gerçekte, Karagöz bana bir fiske vurmamıştır. Oyun oynanırken, Karagöz bana vurduğunda seyredenler gülmeseler, zamanla bu kötü hareketin oyun harici kalacağına inanıyorum.


-------------------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: PINARBAŞI MEYDANI
Bursa’daki Pınarbaşı Meydanı’nda takriben yirmi kişilik bir kalabalık toplanmış ve neşeli vakit geçirmekteydi, çünkü orta yerde tartışanlar, gelmiş, geçmiş en iyi güldürü ustalarından ikisiydi: Karagöz ile Hacivat. Dilerseniz şimdi biz de hoşça vakit geçirmek için, tartışmaya küpe olalım ve küpeyi parmağımıza takalım.
Hacivat: “ Olur mu Karagözüm, hiç küpe parmağa takılır mı? “
Karagöz: “ Ya nereye takılır? “
Hacivat: “ Küpe kulağa takılır. Kulağına küpe takan hanımlar, daha bir güzel görünürler. Hanım hanımcık olurlar. “
Karagöz: “ Hamam açıksa bizim hanıma söyleyeyim de, Yaşar’ı da götürsün. Hamamda bir güzel yıkansınlar. “
Hacivat: “ Ah Karagözüm, Yaşar hiç kadınlar hamamına gider miymiş? Büyüdü, kocaman adam oldu. “
Karagöz: “ Kocaman adam mı? Yaşarcık daha altısını sürüyor. “
Hacivat: “ Olsun Karagözüm. Altı yaşında oğlan çocuğu kadınlar hamamına götürülmez, çünkü kadınlar ondan korkarlar. “
Karagöz: “ Amma yaptın ha Hacivat. Yıllar önce annem beni on beş yaşındayken kadınlar hamamına götürmüştü de yalnız yıkanmıştım. "
Hacivat: “ Yapma ya, iyi ki hamamda kadın yokmuş. “
Karagöz: “ Aslında hamamda yıkanan kadınlar vardı ama ben göbek taşına doğru yürüyünce hamam boşalıverdi. Benden neden kaçtılar, anlayamadım.”
Hacivat: “ Paçalı uzun donunla mı girmiştin hamama. “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun Hacivat? Hamamda donla yıkanılmaz ki. “
Pınarbaşı Meydanı’ndaki kalabalık kahkahaların çağırdıklarıyla birlikte kırk kişi olmuştu. Yirmi kişide kırk ayak vardı da, kırk kişide kaç ayak vardı?
Karagöz: “ Bak Hacivat, okumam, yazmam yoktur ama hesabım kuvvetlidir. Kırk kişide altmış ayak vardır. Altmış ayakta dört yüz parmak vardır. “
Hacivat: “ Olur mu Karagözüm. Kırk kişide ikişerden seksen ayak vardır. Seksen ayakta beşerden dört yüz parmak olur. “
Karagöz: “ Tamam işte, ben de dört yüz parmak demiştim. “
Gülmekten gözleri yaşaran, karınlarını tutarak gülen ve yerlerde debelenenler haricindeki çoğulcu kalabalıktan bir alkış tufanı koptu. Hacivat’ın, ama sen altmış ayakta dört yüz parmak demiştin, Karagözüm, dediğini benden başka kimse duymadı.
İnsanlar, doğar, büyür ve olgunlaşırlar. Olgunlaşma geçici değil, kalıcıdır. Olgunlaşma yeni olgunlaşmaları beraberinde getirir. Bu böyle sürüp gider. İnsan olgun bir meyvedir, dersek yanlış olmaz.
Karagöz: “ Olur mu öyle şey, Hacivat? Şimdi ben meyve mi oldum? Elma, armut gibi mi yani? “
Hacivat: “ Hayır, erik gibi. “
Karagöz: “ Demek beni erik yaptın? Şimdi görürsün. Sen de olsan olsan şu ekşi limon olursun. Üç, iki değil, bir işe yaramayan limon. “
Hacivat: “ Doğru Karagözüm. Limon bir işe yaramaz, çok işe yarar. Hani limonu ortadan kesersin, çaya, çorbaya sıkarsın. Tadı leziz olur. “
Karagöz: “ Adı keriz mi olur? “
Hacivat: “ Hayır Karagözüm. Adı keriz değil, tadı leziz olur yani lezzetli olur. İç ferahlatır, gönül açar. “
Karagöz: “ Hayda bre pehlivan. Limon anahtar mı ki, Gönül teyzenin kapısını açsın. Teyzem ellisini geçti hala evlenmedi. Gönül teyzenin gönlünü açacak anahtar daha yapılmadı. “
Dünyanın pek çok şehrinde, belli günlerde pazar kurulur. Bu pazarlarda köyden getirilen sebze, meyve satılır. Pazara gidenin kesesi doluysa ve cimri değilse ürünün en iyisini alır. Anadolu’da sebze ve meyveler şehirlerin isimleriyle anılır olmuştur. Amasya’nın elması, İnegöl’ün pırasası gibi.
Karagöz: “ Bırak ya Hacivat. Ne demek Amasya’nın elması, İnegöl’ün pırasası. Yani elma almak için Amasya’ya mı gidelim? “
Hacivat: “ Karagözüm, elma almak için, Amasya’ya gitmene gerek yok. Salı pazarında Amasya elması satılıyor. Elma alırken, Amasya elması almak gerekir. “
Karagöz: “ Amasya’nın elması elma da başka yerin elması armut mu? Benim bahçedeki elmalar, Amasya elmasına bin basar. Tadı güzel kokusu hoş, eder insanı sarhoş. “
Hacivat: “ Armut alırken deveci armudunu, üzüm alırken Mürefte üzümünü tercih etmek gerekir. “
Karagöz: “ Deveci armudunu boş ver şimdi. Çocukken köye gittiğimizde dedemin bağına koşardık. Dedemin üzümlerinin tadını, sonraki senelerde yediğim üzümlerin hiçbirinde bulamadım. Elma alırken Bursa elması, pırasa zaten Bursa’dan, armut Bursa’dan, üzüm Bursa’dan, erik Bursa’dan, domates, patates, şeftali, vişne, kiraz hep Bursa’dan. Hey benim güzel Bursam, kovsalar gitmem şu Bursa’dan. “
Hacivat: “ Karagöz, az önce kiraz dedin. Söyle bakalım bu kiraz Bursa’nın neresinde yetişiyor? Sen eskiden hiç yalan söylemezdin. “
Karagöz: “ De git oradan Hacivat. Şimdi de yalan söylemiyorum. On yaşlarındaydım. Edebey Köyü’ne gitmiştik. Orada bir kiraz ağaçları vardı, aklın durur. Sanırsın kiraz ormanı. Epey bir gezindim orada, dallardaki kiraz çokluğundan güneşi göremedim. “
Hacivat: “ Güneş görünmüyorsa orman karanlıktır, kirazları nasıl gördün? “
Karagöz: “ Pöh, şunun sorduğu soruya bak. Kirazların verdiği ışıltı ormanı aydınlatıyordu. Ağaçlara çıktım, belki iki kilo kiraz yedim. Sen Edebey kirazının tadını nereden bileceksin. “
Aradan zaman geçtikçe kalabalık çoğalmış ve yüz kişiyi bulmuştu. Hava kararmaya başlamıştı, akşam oluyordu. İşi tadında bırakmak gerekirdi. Karagöz ile Hacivat ellerini havaya kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra kahkahalar bıçak gibi kesildi.
Karagöz: " Haydi bakalım ağalar, bu günlük bu kadar, " dedi ve yürüdü gitti.
Hacivat: " Yarın aynı saatte buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın, deyip Karagöz'ün peşine topal ördek gibi yürüyerek takılması kahkahaları meydana paraşütle geri getirdi.


Yazan: Serdar Yıldırım


-----------------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: İBİŞ SIRTLAN AVINDA
İbiş ok ve yay alarak Uludağ'a sırtlan avına çıkmış. Gezmiş, dolaşmış, ortalıkta hiç sırtlan yokmuş. Derken, Serdar Yıldırım'a rast gelmiş. Serdar yaşadığı zamandan 650 yıl gerideymiş. Elinde tüfek varmış, belinde fişek doluymuş. İbiş'e aslan avına çıktım, demiş.
İbiş: " Hani ok, hani yay? Neyle vuracaksın aslanı? "
Serdar: " Bak İbiş, ok ve yay ilkel silahlar. Bu gördüğün tüfektir. Tüfeğe şu fişeklerden koyarsın, sonra tetiği çektin mi, dan, hop aslan yerde. "
İbiş: " Küçücük fişek mi aslanı yere düşürecek? Fişek aslana çarpar sonra aslan sana kızar. Kaçarken tozu dumana katarsın. Hele yakalamasın aslan seni, bir lokmada yutar. "
Serdar: " Öyle değil işte. Fişek aslanın vücudunu deler geçer. "
İbiş: " Dediğin gibi olsun. Sen bu tüfekle aslan avladın mı? "
Serdar: " Avlamam mı? Yüzden çok aslan vurdum."
İbiş: " Yüzden çok mu? Hepsini Uludağ'da mı vurdun? "
Serdar: " Tabi ya ne sandın? "
İbiş: " Ama Uludağ'da aslan yok diyorlar. "
Serdar: " Var canım, olmaz olur mu? Ormanın derinlikleri aslan kaynıyor. İstersen gidelim, bak Uludağ'da aslan var mı, yok mu, kendi gözlerinle gör. "
İbiş: " Çok isterdim ama şunu başka bir güne bıraksak. "
Serdar: " Sen nasıl istersen İbiş. Aslan avı cesaret isteyen bir iş. Kolay olsaydı her önüne gelen aslan avcısı olurdu."
İbiş ile Serdar çene yarıştırırken ileriden iki avcının geldiğini görmüşler. Bunlar Karagöz ile Hacivat'mış. Karagöz ile Hacivat, İbiş'i tanıyorlarmış, Serdar ile de tanışmışlar.
Karagöz Serdar'ın aslan avına çıktığını duyunca şaşırmış. Tüfek, fişek olayını duyunca aklı karışmış. Serdar, ben bu tüfekle Uludağ'da yüz aslan vurdum, deyince kaşları çatılmış.
Karagöz: " Bak Serdar, bol keseden konuşma. Ben böyle şeylere kızarım. İbiş de atar tutar ama sen onu beşe katladın. İbiş'i dövdüm, seni de döverim. "
Bunun üzerine Serdar: " Geçen kış aralık ayında Uludağ'a çıkmıştım. Ne bereketli avdı. Dört tane gergedan avladım. " deyince Karagöz Serdar'ın üstüne atıldı. Aralarında bir boğuşma başladı. İkisi birlikte yere yuvarlanınca Serdar İbiş'in yardımıyla Karagöz'ün elinden kurtuldu, kaçmaya başladı. Karagöz Serdar'ın peşine takıldı. Az sonra yorulan Karagöz bir taşın üstüne oturarak Hacivat'ın ve İbiş'in gelmesini beklemeye başladı. Onlar geldikten sonra Karagöz: " Geyik gibi koşuyor, yakalamak ne mümkün. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, yakalayamadın iyi oldu. "
Karagöz: " Nee? Sen hangi taraftansın Hacivat? "
Hacivat: " Ben senin tarafındanım Karagözüm. "
Karagöz: " Ama ondan tarafa çıktın. "
Hacivat: " Serdar İbiş'le konuşurken, biz araya girdik. Nasıl olsa bir şey vuracağımız yok. Bırak anlatsın. Avda böyle hikayelerin anlatılması ava renk verir. Ortam neşelenir. Bol bol gülünür. "
Karagöz: " Orhan neşelensin, gülsün. Ben gülemem. Boş keseden böyle avcı hikayelerini duyunca kan beynime çıkıyor. "
Hacivat: " Canım Karagözüm, büyüklük göster. Bırak gelsin, anlatsın. "
İbiş: " Sen büyüksün, yücesin, güçlüsün Karagöz Baba. He mi, geliversin mi? "
Karagöz: " Siz bu kadar istedikten sonra.. Gelsin bakalım. "
Hacivat'ın çağırmasıyla Serdar anında onların yanında bitti. Karşısındaki Karagöz'ün kara gözlerinin içine bakarak avcı hikayelerinin son versiyonunu anlatmaya başladı:
" Bir çakal varmış. Bu çakal tilkiden kurnaz, kurttan kavgacıymış. Kaplanları rakip bilmiş. Uludağ'da günün her saati kaplan kovalarmış. Kaplanların çakal karşılarına çıkacak diye ödü koparmış. Olaydan haberim oldu. Tüfek, tesisat kuşandım. Tam tekmil çakalı aramaya koyuldum. Çakala benim onu aradığımı söylemişler. Çakal yüz arkadaşını toplayıp geldi, benim etrafımı sardılar. Tüfekle çaktım aldım. Son kalan çakal, çak al beni de, dedi. Çaktım o çakalı da aldım. Dünya kurulalı beri böyle bir avcı görmekse Uludağ'ın kısmeti oldu. Uludağ benimle ne kadar gururlansa azdır. "
Müdahale etmemek için kendini zorlayan, hırstan dudağını ısırarak kanatan Karagöz dinamit gibi patladı. Önüne çıkan İbiş'e vurdu, Serdar'a vurdu. Yere yuvarlanan İbiş'le Serdar kaçıp gittiler. Karagöz'ü sakinleştirmek Hacivat'a düştü. İleride dere boyunda İbiş'le Serdar yüzlerini yıkayıp, su içtiler, biraz kendilerine geldiler.
İbiş: " Karagöz amma kızdı ha. Arada ben de tokadı yedim. Gülüp geçeceği yerde kızıyor. "
Serdar: " Doğru İbiş. Ben böyle hikayeleri eğlencelik olsun diye anlatıyorum. Son hikayeyi anlatırken, onun gülmese bile kızmayacağını düşündüm. Gülmedi ama kızdı. Hem çok kızdı. Hacivat'ın güldüğü yanına kar kaldı. Sen ne kar ne zarardasın. Ben de bu işten sebeplendim. "
İbiş: " Nee, sebeplendin mi? Tokadı yedin yeri öptün, sonra? "
Serdar: " Bir haftadır ağrıyan çürük dişim vardı. Sallanıp duruyordu. Korkudan dişçiye gidememiştim. Karagöz bir tokatta o dişi bana yutturdu. Buraya gelirken konuşmadık ya dilimi diş oyuğunda tutup kanı durdurdum. Derede ağzımı çalkaladım. İnanmazsan gel de bak. "
İbiş gelir, bakar: " Gerçekten oradan yeni diş çıkmış. Belli oluyor. " der ve kahkahalarla güler.


SON
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
ROBOT KARTAL

Yazan ve Okuyan: Serdar Yıldırım

https://youtu.be/0JbP3DT6UFE
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
ULUDAĞ TARZANI AHMET
Bursa Hayvanat Bahçesi'nde çalışmakta olan Kemal dürbünüyle Uludağ'ı gözlemliyordu. Kemal birden irkildi. Gördüğüne inanamadı. Ağaçlar arasında bir boşluk vardı ve orada ağaç yoktu. Halbuki geçen gün orası ağaç doluydu. Dürbününü sağa doğru kaydırdı. Birtakım adamlar, ellerinde baltaları ağaç kesiyordu. Yutkundu. Sağ yumruğunu salladı: " Benim adım Kemal, ben size orada ağaç kestirmem, " diye söylendi. Yan taraftaki tel örgülerin arkasında duran arkadaşı Hayri'ye seslendi: " Hayri, Uludağ'da ağaçları kesiyorlar. Fırla koş, Uludağ Tarzanı Ahmet'e git. Tarzan, bu kesimi engeller. "
Hayri: " Bunlar bir fidan dikmişler mi, ağaçları kesiyorlar? İnsan olmanın erdemine ulaşamamışlar sanırım. Geri zekalılar, " dedi ve tel örgülerin üstünden atladı. Hedefi Uludağ'dı ve Tarzan'ı bulmalıydı. Tarzan bu işin üstesinden gelirdi.
Hayri, Tarzan'ı buldu. Olanları öğrenen Tarzan çok kızdı ve şunları söyledi: " Dededen, babadan kalan ağaçları, sen de çocuğuna, torununa ulaştır. Ağaçlar kesilirse, soluduğumuz hava kirli olur ve çeşitli hastalıklara yakalanırız. Ağaçları kesmeyip korumak lazım. Boş arazilere fidan dikmemiz gerekir. "

Tarzan şimşek hızıyla harekete geçti ve ağaç katliamına dur dedi. Toprağa bağımlı yaşayan, kaçamayan, kendini kollayamayan, var olmaktaki amaçları canlılara yaşam sunmak olan ağaçlar sevindiler. Nihayet onlara arka çıkan biri olmuştu. Tarzan'ın gelmesiyle ağaç kesmeyi bırakıp baltalarını yere atan adamlardan biri şöyle dedi: " Tarzan, bu bizim ekmek kapımız. Ne kadar çok ağaç kesersek, o kadar çok para kazanıyoruz. "
Bir başkası ise, şöyle dedi: " Ya bırak Tarzan, kırp gözünü görmezden gel. Görmezsen bizi, görürüz seni. Şu yüz lirayı al, bozdur bozdur harca. "
Tarzan: " Arkadaşlar, öncelikle bu sizin ekmek kapınız değil. Gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Gidin başka iş bulun. Şu yaptığınız iş sayılmaz, kazandığınızın bereketi olmaz. Yer yer doymazsınız, hiç bir zaman mutlu olmazsınız. Bir ağaç kesen bir baş keser, o ağacı kesen el taş kesilir. "

Uludağ Tarzanı Ahmet'in gür sesi ve kararlı konuşması başları öne eğdirdi. Zaten ağaç kesen adamlar inanmadıkları şeyler söylüyorlardı. Tam gidiyorlardı ki, onları buraya getiren, bir ağacın gölgesine sığınıp orada yatmakta olan ve duyduğu konuşmalar üzerine kalkıp gelen Hasan Ağa: " Selam Tarzan, ben Hasan Ağa'yım. İsteyerek konuşmalarınızı duydum. Biraz üzüldüm, biraz sevindim. Üzüldüm, keşke gelmeseydin ve kesebildiğimiz kadar ağaç kesip gitseydik. Sevindim, senin gelmen iyi oldu. Nice zamandır Bursa'dan bu ormanlara bakar ve iç geçirirdim. Şu ağaçları kessem de küpümü doldursam, diye düşünürdüm. Uludağ Tarzanı Ahmet derlerdi, o ağaçları, ormanları korur. Senin korkundan buraya çıkamamıştım. Bugün bir cesaret bulup geldim ve epey ağaç kestirdim. Demin yüz dedilerdi, az dediler. Sen karanlığa kadar izin ver, al şu bin lirayı harca, ye, iç. Bana bir ay izin versen Uludağ'da kesilmedik ağaç bırakmam. "

Bunun üzerine Tarzan: " Bana bak Hasan Ağa, ayaklarının dibine bıraktığın ve benim eğilip almamı beklediğin o parayı al cebine sok. Değil Uludağ, burada bulunan bir ağaç için, milyon versen fikrimi değiştirmem. Senin bundan sonra ağaç kesmene izin vermem. Parayla satın alınan insanlar vardır ama dünyadaki bütün paraları toplayıp gelsen, ben satılık değilim. "

Tarzan'ın sözleri karşısında Hasan Ağa insanlığından utandı. Başını önüne eğdi ve iki damla gözyaşı göz pınarlarından süzüldü. Param çok olsa dünyayı satın alırım derken, işte gelmiş Tarzan'a toslamıştı. İşçilerine gündeliklerini ödeyip evlerine yolladı. Derin bir çukur kazıp baltaları gömdü. Kestirdiği ağaçlardan özür diledi. Tarzan'dan izin alıp, ağaçları korumak için, Uludağ'ın batı tarafına yöneldi. Yaşam zincirini kırmış, kimliğini değiştirmişti. Artık Hasan Ağa yoktu, Tarzan Hasan vardı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
OĞLAK İLE KARTAL
Bursa Hayvanat Bahçesi’nde kartallar için ayrılan yer çok büyüktü. Buradaki kartallar, tel örgülerle çevrili, yüksek yerde uçup duruyordu. Yorulanlar ise, kayaların üstünde oturuyordu. Pek çoğu yarını bekliyordu. Genç kartal Pena, yarın bekleme bahsini çoktan geçmiş, bugünü değerlendirme çabası içine girmişti. Tellerin yukarıdaki kayalara monte edildiği yerde kaçıp gidebileceği bir gedik açmıştı. Buradan kurtulup zengin olma düşüncesindeydi. Akıllıydı, zekiydi ama ikna kabiliyeti azdı. Diğer kartallardan birkaç kez borç istemiş ama kimse borç vermeye yanaşmamıştı. Ormana gitse, kim ona sermaye verir de firma kurabilirdi?

Kartalların bulunduğu yerin yan tarafında keçi ve koyunlar için ayrılan yer vardı. Baharın gelmesiyle birlikte keçiler, koyunlar yavrulamış ve pek çok yavru dünyaya gelmişti. Pena keçi yavrularına oğlak, koyun yavrularına kuzu dendiğini biliyordu. Yavrular bir aylık olmuşlardı ki, son günlerde Pena’nın dikkatini bir oğlak çekmişti. Odi adındaki bu oğlak başına diğer oğlakları ve kuzuları topluyor, anlattıkça anlatıyordu. Günler geçtikçe keçiler ve koyunlar da oğlağın anlattıklarını dinlemeye başlamıştı. Pena bir gün çimenlerin üstüne indi ve yan taraftaki oğlağın anlattıklarına dikkat kesildi. Oğlak buradan kurtulup ormana gidince yapacaklarını anlatıyordu. Ormandaki bankalara başvuruyor, müthiş ikna kabiliyetini kullanıp kredi alıyor, kiralık bir yer bulup bankasını kuruyor. Orman hayvanlarından düşük faizle para toplayıp, yüksek faizle para veriyor. Havuzlu villalar, Ferrari arabalar, denizde yatlar, kotralar. Bol sıfırlı paraları, bankadan aktarıp şirketler kuruyor, holding patronu oluyor.

Genç kartal Pena, birkaç gün sonra oğlak ile anlaştı ve kendi bölümündeki gedikten çıkarak, oğlağı kucakladığı gibi, ormana doğru uçtu. Odi, Pena ile birlikte ormandaki bir bankanın genel merkezine giderek projesini anlattı ve on iki sıfırlı krediyi cebine koydu. Kiralık, büyük bir yer bulup, OĞLAKBANK’ı kurdu. Odi düşüncesini aynen uygulayarak kısa zamanda bankasını o ormanın sayılı bankaları arasına sokmayı başardı. Düşük faizle para topluyor, yüksek faizle para verince kar muhakkak oluyor. Birkaç ay sonra şirketler kurdu, holding patronu oldu. Ormanda zor duruma düşen ve iflasın eşiğine gelen bir bankayı ele geçiren Odi, Ferrari’den inip Limuzin’e bindi.

Odi kendine sırtlanları danışman tuttu ve bu danışmanların isteği doğrultusunda çalışmaya başladı. Danışmanların ilk isteği, kartal Pena’yı yanından uzaklaştırmasıydı. Pena’nın, bensiz bir hiç olursun, sıfırlanırsın, bu sırtlanların yalanlarına kanma, diyerek çırpınması ve tüylerini yolması fayda etmedi. Odi, danışmanların isteğine uydu ve kartal Pena’nın görevine son verdi.

Aradan günler, haftalar geçtikçe, Odi’nin işleri bozuldu. Yanında kartal Pena olmayınca, şirket müdürleri, Odi’yi dinlemez oldu. Zor durumda kalan Odi fabrikalarını, yatlarını, kotralarını ve limuzini sattı. İşçi ve memurların maaşlarını ödedi. Son çare olarak ilk kredi çektiği bankanın genel merkezine gitti. Bankanın genel müdürü kredi veremeyeceğini Odi’ye söyledi.
Bunun üzerine Odi: “ Efendim, daha önce bana kredi vermiştiniz ve borcumu ödemiştim. “ dedi.
Banka genel müdürü: “ Onun orası öyle de o zaman arkanda sert bakışlı ve o bakışlarıyla beni korkutan kartal Pena vardı. Şimdi Pena yok. Herkes Pena korkusundan senin kurduğun Oğlakbank’a koştu. Para yatırdılar, yüksek faizle kredi aldılar. Pena’sız Odi bir işe yaramaz. Lafla benden kredi alamazdın, banka kuramazdın. Pena’yı kovmakla hata yaptın, bu hatanın sonucuna katlanmalısın. “
“ Oğlakbank darphane gibi para basıyordu ama elimden gitti. Banka işi bitti. Bu ormana ilk geldiğimde beş parasızdım ama umutluydum. Şimdi on parasızım ama umutsuzum. Sizce bundan sonra ne yapmam gerekir? “
“ Beni dinle ve geldiğin yere dön. Zira bu orman halkı düşene acımaz. Hele senin gibi, sıfırdan zirveye çıkıp düşene. Zirvede kalsaydın alkışlarlardı ama düştüğün için, seni linç ederler. “
“ İş bu kadar ciddi desene. Sonunda genç yaşta bu hayata veda etmek de var. “
“ Hayat bu. Genç, yaşlı dinlemiyor. Ancak kafası çalışanlar zulümden kaçıyor. “

Odi, banka müdürünün istediğini yaptı. Bursa Hayvanat Bahçesi’ne geri döndü. Başından geçenleri keçilere, oğlaklara, koyunlara, kuzulara anlattı. Yan taraftaki tel örgülerin ardındaki kartal Pena’yı işaret etti. Onun üstün bir kartal olduğunu ve kafasını çalıştırarak, fikir üreterek, kendi çizgisi doğrultusunda hayatı sorguladığını ve hayatın üstesinden geldiğini, bunun sonucunda harikalar yarattığını anlattı. Pena içinizden birini ormana götürmek isterse, onunla gidin ve ondan hiç ayrılmayın. Benim yaptığım hatayı siz yapmayın. “ dedi.

SON

-----------------------------------------------------------------

PAPAĞAN İLE ZÜRAFA
Afrika’nın uçsuz bucaksız savanlarında yaşayan bir papağan vardı. Bu papağanın adı Sarp’tı. Sarp hangi ağacın altındaki gölgelikte serinleyen hayvan grubu varsa oraya gider, konuşmaları dinlerdi. Kim ne demiş, kim ne söylemiş, kimin ne derdi varmış, hepsini bilirdi. Sarp öğrendiklerini sağda solda anlatmaz, olayların hesaplaşmasını kendi iç dünyasında yapardı. Duydukları çok önemliyse, bunları arkadaşı zürafa Bili ile paylaşırdı. Zürafa Bili, Sarp’ın anlattıklarını önemsemez, güler geçerdi.

Günlerden bir gün, Sarp bir ağacın dalları arasında uyukluyordu. Öğleye doğru bir aslan grubu Sarp’ın durduğu ağacın altında dinlenmeye çekildi. Aslanların konuşmalarını duyan Sarp gözlerini açtı. Bu aslan milleti oldum olası iki konu hakkında konuşurdu. Birincisi, en büyük düşmanları sırtlanlar ve ikincisi, bu gece ne avlasak? Civardaki sırtlanlar, geceli, gündüzlü avlanarak aslanların tekerine çomak sokmuştu. Yalnız gezen sırtlanı yakalayıp öldürmeli ve sayılarını kontrol altında tutmalıydı. Sırtlanları tümden yok edebilseler buralar geyik, zebra ve antilop dolardı. Dün gece av peşinde koşmuşlar, iki zebra ve bir antilobu ellerinden kaçırmışlardı. Belli ki, zebralar, antiloplar hızlarını arttırmışlardı. Belki de, biz yavaşladık, diyenler vardı. Bir diğer aslan: Yavaşladığımız doğrudur. Hatırlarsanız dün gece de av yakalayamadık yani iki gündür açız. Aç aslan hızlı koşamayacağına göre, avlanamaması normaldir.

Bunun üzerine grubun lideri erkek aslan: “ Şu ilerideki ağacın yapraklarını yiyen uzun boyunlu zürafayı avlayalım. Akşamüstü peşine düşeriz. Öyle bir tuzak kuralım ki, o zürafanın boyunu devirelim. Dur bakalım, zürafa Bili değil mi o? Akşama yedim seni, Bili.”
Sarp duyduklarına inanamadı. Aslanlar, arkadaşı Bili’yi yakalayıp yiyeceklerdi. Hemen gidip Bili’yi uyarmalı ve onun buralardan çok uzaklara gitmesini sağlamalıydı.
Bili, papağanın anlattıklarını her zamanki gibi önemsemedi, güldü, geçti. Yıllardır ona dokunmayan aslanlar neden şimdi fikir değiştirsin? Hem onun aslanlardan korkusu yoktu. Gücüne güveniyordu. Aslanları pişman ederdi. Papağanın, bu sefer durum başka, aslanlar iki gündür açmış. Sadece sana odaklanmışlar. Tuzak hazırlıyorlar, demesine aldırmadı.

Bili akşamüstü ormanın kenarına geldi. Birden aslanların etrafını sardığını görünce içi acıdı. Keşke Sarp’ı dinleseydim ve buralardan gitseydim, diye düşündü. Aslanlara yem olmak istemeyen Bili, onlara saldırdı. Uzun bacaklarıyla tekmeler savurdu. Bu tekmelerin tadına bakan iki aslanı yere serdi. Ormanın kenarındaki dar alandan kurtulup açık alana çıktı ve koşmaya başladı. Peşinde yirmiden çok aslan vardı. Tuzak, saat gibi işliyordu. Bili koştukça, kaçtıkça yoruldu. Birer aslan ayaklarına sarıldı. Bunun üzerine Bili’nin hareketleri yavaşladı, dizlerinin üstüne çöktü ve yere yuvarlandı. Grubun lideri erkek aslan, mengene gibi dişleriyle, Bili’nin boğazını sıkmaya başladı. Olanları başından beri takip eden papağan yakındaki bir ağaca kondu: “ Dur, Uzunyele. Ben papağan Sarp. Hatırlarsan küçükken seni birkaç kere ölümden kurtarmıştım. Bana can borcun var. O zürafa Bili, benim arkadaşım. Onu bırakmanı istiyorum.”
Uzunyele, papağanın dediğini yaptı. Bili’yi bıraktı. Papağanın dedikleri doğruydu. Yavruyken papağanın çok faydasını görmüştü. Yaşamını papağana borçluydu. Bili ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı. Aslanlar, bir daha Bili’ye dokunmadılar. Papağan ve Bili’nin arkadaşlıkları devam etti. Bili artık papağanın anlattıklarını dikkatle dinliyordu, gülüp geçmiyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
SİMİTÇİ ÇOCUK
1970 yılının mayıs ayının bir öğleye doğru vaktinde herkes kendi alemindedir. Büyük soğukların hüküm sürdüğü, kar yağışının manzarayı beyaza boyadığı, tipinin, fırtınanın bol olduğu bir kış mevsimi etkisini kaybetmiştir. Yaz gelmiştir. Ağaçlar dallanmış, kovanlar ballanmıştır. Yemyeşil çimenler bitmiştir. Tomurcuklar ilk nefeslerini derin derin içlerine çekmektedirler. Kırlar, parklar, bahçeler, insanla dolmuştur. Kışın sokaklarında hayaletlerin, cinlerin kartopu oynadıkları, kardan adam yaptıkları bu şehir yazın gelmesiyle birden bire heyecanlanmıştır. Dam altlarını, kapı eşiklerini, insan nefesini bir heyecan kasırgası etkilemektedir.
İskender, 11 yaşında iş almak için Beyaga'nın fırınına gelir. Kapı ardına kadar açık hemen kapının bitişiğinde geniş ve uzun raflar vardır. Kapının üzerinde - İşi olmayan girmesin - yazılı tabela bulunuyordu. Fırının orta yerinde tahminen bir metre yüksekliğinde genişçe göbek taşı, bu taşın üzerinde de üç tane uzunlu kısalı fırın küreği ve koklayanın ah ettiği taptaze, bol susamlı simitler duruyordu. Fırın ocağının başında 40 yaşlarında, orta boylu, saçlarının önü tamamen dökülmüş, topluca yüzü ateşin etkisiyle kiremite çalan bir tavır takınmıştı. İçeride ayrıca gençten dört kişi vardı. İkisi simit satmak için bekleyen seyyar simitçi diğer ikisi hamur açıp simite şekil veren fırında çalışanlardı.

İskender içeri doğru birkaç ürkek adım atıp Ali Dayı'ya sordu: ---- Ben, dedi, simit alıp satmak için gelmiştim. Şöyle bir yutkundu. Eğer satıcıya ihtiyacınız varsa çalışmak istiyorum, dedi. Ali Dayı şöyle bir göz ucuyla çocuğu süzdü. Kısa saçlı, esmer yüzündeki buruk ifade onun bundan önce geçen hayatının pek kolay olmadığını gösteriyordu. Normal boylu, hafif zayıftı. Üzerinde eski ve siyah renkte biraz bol ve uzunca bir ceket ve pantolon vardı.
Ali Dayı: ---- Simitçilerimizden birisi gelmedi. Onunkileri sen satarsın. Simitler 25 kuruş. Simit başına 10 kuruş kar veriyoruz. Söyle bakalım kaç simit almak istiyorsun?

İskender şöyle bir düşündü. Kararını verememişti. Hamurcu Cafer söze karıştı:---- İstersen 50 simit al. Bugün pazar. Yıldız Sineması saat 2' ye doğru dağılır. Ayrıca bugün top sahasında maç var. Oraya gidersin, dedi. İskender, Cafer'in konuşmasından güç alarak şöyle gerindi. Ali Dayı'ya dönerek " Tamam " dedi. " 50 tane satarım. "
Fırında bir yandan simitler fırına verilirken diğer yandan da sohbet koyulaşıyordu.

İskender gün boyu sinema, maç, kahvehane, mahalle, sokak demeden dolaşmış ve elindeki simitleri satmış fakat oldukça yorulmuştu. Eline hesap kitaptan sonra kalan 5 lirasını aldı. Hava iyice kararmıştı ve sokaklar hala insan doluydu, çünkü o akşam pazar akşamı olduğu için üç-dört yerde birden düğün vardı. İskender ele güne aldırmadan evinin yolunu tuttu. Yol üstündeki bakkaldan içeri girdi. Tanesi bir lira olan ekmekten iki tane aldı. Koltuğunun altına ekmekleri sıkıştırarak dışarıya çıktı. Evleri şehir merkezinden oldukça uzaktı. İnegöl Belediyesi'nin göçmen evleri olarak yaptırdığı aynı tipte evlerden oluşan şehir kenarında kurulmuş bir mahalleydi. Halkı fakir insanlardı. Evlerde iki oda mevcuttu. Ayrıca evin yanında tuvalet ve çitle çevrilmiş küçük bir bahçesi vardı. Bahçeye daha çok mısır, domates, biber, fasulye ekerlerdi. Daracık, tenha sokaklar karanlıktı. Daha elektrik gelmemişti. Mahalleli odalarını kandil veya gaz lambalarıyla " eh işte " aydınlatarak karanlığı kovuyorlardı. İskender evin kapısını çaldı. Kapıyı anası açtı. Çocuğunun elinde iki tane ekmek görünce gözleri ışıdı: ---- Oğlum, ekmekleri nasıl aldın? diye sordu.

İskender buruk bir şekilde: ---- Ana bugün simit sattım. Kazandığım paranın bir kısmıyla bu ekmekleri aldım, dedi. Annesi kapıyı kapadı. Birlikte odaya girdiler. İskender'in babası, sedirin üstünde köşeye büzülmüş, oturuyordu. Sobanın üzerinde tencere kaynıyordu. Oda mis gibi kuru fasulye kokuyordu. Koku, İskender'in açlığını bir kat daha arttırdı. Çünkü sabah içtiği çorbadan sonra ağzına lokma koymamıştı. Ekmekleri anasına verdi ve sobanın yanına oturdu. Bahar aylarında olmasına rağmen üşümüştü. Geceleri nispeten soğuk oluyordu. İskender'in babası, 38 yaşında ve orta boylu idi. Çektiği sıkıntılar onu yaşından 10 yaş daha yaşlı gösteriyordu. Sırtı hafif çökmüş, saçları kırlaşmaya yüz tutmuş, beti benzi solmuştu. Gençliğinden beri tarlalara çapaya gider, ne iş bulursa çalışırdı. Yaptığı işin karşılığını alamamış, devamlı ezilmişti. Bilirdi ki kendisinden çok daha mutlu ve rahat yaşayanlar vardı. Bilirdi ki nefes almak, üç beş kuruş kazanıp anca karın doyurmak yaşamak değildi. Ama ne yapsındı ki ne yapsın!

2 yıl sonra: Sonbaharda yavaş yavaş soğuklar başlamakta kış gelmektedir. İskender'in anası hamile kalmıştır. Fakat diğer yandan soğuktan iyi korunamamış, grip olmuş, devamlı öksürmektedir. 1972 yılı ocak ayında evinde doğum yapar, bir oğlu olmuştur. Çocuğun adını İsmail koyarlar. Yaptığı doğum ve gıdasızlık nedeniyle kadın çok halsiz düşmüştür. Doktora gidecek, ilaç alacak paraları yoktur. Bir hafta sonra hastalık zatürreye çevirmiş ve hasta perişan olmuştur. O gece devamlı sayıklamış, inlemiştir. Sabahı komşulardan birkaç kişi aralarında para toplarlar. Öğleye doğru baba kadını sırtlar, İskender de beraber İnegöl Devlet Hastanesi'nin yolunu tutarlar. Kapıdan içeri girerken, ayakkabılarının çamurunu kenarda silerler. İçeride görevli adama doktoru sorarlar, yukarıda sola sapın, ilerde, diye tarif eder. Baba zor zahmet merdivenleri çıkar. Doktorun kapısını çalar, içeri bir adım atar ki, ayağı kenardaki masaya takılır. Zaten yorgunluktan bitmiş, tükenmiş olan baba sendeler ve sırtında karısıyla beraber yere yuvarlanır. Kadının kafası sert zemine çarpar ve kanlanır. İskender anasının üstüne kapaklanır: ---- Ana, ana, diyerek feryat eder. Seslere birkaç doktor ve hemşire gelir. Baba yerinden yavaşça doğrulur, şaşkındır. Ne yapacağını bilemez. Oğlunu tutar, kaldırır.
Doktor: ---- Kadın zaten çok hastaydı. Adam birden düştü. Adamın bu işte bir suçu yok, der. Polise haber verilir.

Anasının hastalığı ve hastanede vefat edişi İskender'in tertemiz yüreğinde derin yaralar açmıştı. Kolay değil yıllarca insanlık tarafından terk edilmiş vaziyette ipe sapa gelmez kaderinle baş başa yaşa, tam yeni işe girmiş az buçuk ekmeğini kazanmaya başlamış ve kardeş sahibi olmuşken, anacığını, o hep iyiyi düşünen, yaşamının en güzel yıllarını onu büyütmek için feda eden anasını kaybetmek... Babası ve kardeşi İsmail ile yalnız kalmışlardır. Kardeşi daha küçüktür ve bakıma ihtiyacı vardır. Şefkate ihtiyacı vardır. Yakın komşularının yardımıyla durum birkaç gün idare edilir ve komşu mahalleden kocası 1 yıl önce kızı Kisme ile yüzüstü bırakıp kaçmış olan Ardüş Hanım'ı İskenderlerin evine getirirler. Kadın çocuğa bakacak, ev işlerini yapıp o evin hanımı olacaktır. 1 yıldır kızıyla birlikte yalnız yaşamaktadır. Hayat şartları zordur. Kızı Kisme 7 yaşında, zayıf ve siyah saçlıdır. Eve üç yaşlı kadınla Ardüş Hanım ve Kisme misafir gibi gelirler, konuşurlar,anlaşırlar. Akşam üstü kadınlar giderler ve Kisme anasıyla yeni evinde kalırlar. Kisme çok sever İsmail'i, İskender'i de sever. İskender ne olduğunun farkındadır. Eve yeni bir kadın gelmiştir. Acaba iyi insan mıdır? Ana diyebilecek midir? Soruları kafasından geçerken sofra kurulur, babasının sesini duyar. ---- Haydi bakalım oğlum, gel de yemeğimizi yiyelim. İskender oturduğu yerden kalkar, sofraya oturur.

İskender ertesi gün erkenden fırına gelir. İskender'i gören Ali Dayı:---- Ooo İskender, kaç gündür nerelerdesin? Seni çok özledik... Gel bakalım, şöyle azıcık konuşalım, diye seslenir. İskender usul usul, mahsun tavırla Ali Dayı'nın yanına yaklaşır.
Durumu fark eden Ali Dayı: ---- Ne o, yoksa kötü bir şey mi oldu? Söylesene oğlum, der. İskender o gün annesinin çok hastalandığını, babasıyla hastaneye götürdüklerini, orada anasının vefat ettiğini ağlayarak anlatır.
Bu duruma Ali Dayı çok üzülmüştür: ---- Her neyse, başınız sağ olsun, istersen bugün simit satma da yarın başlarsın, diye söylenir. Fakat Ali Dayı düşünmeden konuşur.

İskender: ---- Öyle deme Ali Dayı, akşam evdekiler ekmek bekler. Ne yer, ne içeriz sonra, der. Yarım saat sonra İskender simitleri tablaya doldurup yola çıkınca " Haydi, sıcak sıcak simitler, isteyen yok mu? diye bağırır. Son kelimesinde laf ağzının içinde düğümlenir. Anası, babası, evi, kardeşi aklına gelir. Gözleri dolar. Şöyle etrafına bakınır. Ohoo kimin umurundadır, anası vefat etmiş, babası, kardeşi aç, kendisi aç, soğuktan küçücük elleri, kulakları, burnu, ayak parmakları mosmor olmuştur. Kimse duymaz sanki onun sesini, belki de duymak istemezler.

Herkesin işi gücü var, geçim dünyasıdır, menfaat dünyasıdır, bu dünya... Elma İskender, kurt da kederi içini hızla sömürmekte ve çürümektedir. İskender, gözlerindeki yaşları siler buz kesmiş parmaklarıyla. Memur vardır, işçi, köylü dertleri farklıdır. Hepsinde dert tonla ekmek fakirde umuttur. Kasalar vardır, cüzdanlar vardır. Mis gibi hayat yaşamaktadırlar. Fakir fukaranın hakkı olan ekmeğin bir parçası toplanır toplanır, onların boyunlarına gerdanlık, kollarına bilezik, parmaklarına yüzük olur. Eşitlik bu değildir. Hak bu değildir. Kardeşlik bu değildir.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım ( 1984 )

Google'ye Serdar Yıldırım'ın Hayat Hikayesi yazdığınızda çıkan site ve forumlardan birini açtığınızda yazının ortasında şöyle der: 1984 yılında kendimi anlattığım Simitçi Çocuk isimli ilk hikayemi yazdım. Daha sonraki 4 yıl sadece şiir yazdım. Aslında hikaye yazmak istiyordum ama pek çok defa denememe karşın, bu mümkün olmadı. Önünde kağıt, elinde kalem 1 saat, 2 saat öylece beklemek ve hiç birşey yazamamak korkunç zordur. 1988 yılında gerçek anlamda hikayeler ve masallar yazmaya başladım. O yıl ağustos ayında Korkak Tavşan' ı yazdım. Sonra Ot Yiyen Kaplan, Zavallı Çoban, Keloğlan İle Nasreddin Hoca.
İşte, bu Simitçi Çocuk adındaki hikaye benim ilk hikayemdir. 32 yıl sonra 2-9-2016 tarihinde ilk olarak okunmasını sağladım. Sadece daha önce Radyo Press' te program yaparken 1998 ve 1999 yıllarında iki defa radyodan okumuştum.
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
ALTIN ELMA
Genç bir adam bisikletiyle, dedesini görmek için, Elmalı Köyü’ne gidiyormuş. Genç, uzun süre yol aldıktan sonra toprak yola girmiş. Toprak yolda giderken, bisikletin lastiği patlamış. Bisikletini ilerideki çalılıklara saklamış, dönerken bisikletini almayı umuyormuş. Kestirme olsun diye patika yola girmiş ve sonunda yolunu kaybetmiş. Genç adam günün ilerleyen saatlerinde gördüğü elma ağacına doğru yürümüş. Işıl ışıl, sapsarı bir elmayı koparmak için uzandığında: “ Dur insanoğlu! O altından bir elmadır, sakın koparma! “ diyen elma ağacının sesini duymuş. Genç adam hangi elmayı koparmak istese aynı sesi duyuyormuş.
Bunun üzerine genç adam: “ Elma ağacı, iyi, güzel diyorsun da, senin dallarında altın olmayan elma yok mudur? “ Diye sormuş.
Elma ağacı: “ Yoktur. Elmalarım altındandır, çünkü ben altından elmalar üreten bir elma ağacıyım. Bu kadar altın elmayı görüp de altın olmayan elma aramanı şaşkınlıkla karşıladım. Demek ki, gözü tok bir gençsin. Elmaların hepsi senin olabilir ama üç şartımı yerine getirmen gerekir. “
Genç adam: “ Neymiş o üç şartın çabuk söyle. “ demiş.
Elma ağacı: “ Birincisi, kanaat et; ikincisi, yalan söyleme; üçüncüsü, canlıların hayatına saygı duy. Bu şartlarımı kabul ediyorsan elmaları toplamaya başlayabilirsin. Sakın unutma, gölgem seni takip edecek. “

Genç adam şartları kabul etmiş ve altın elmaları toplamaya başlamış. Oralarda bulduğu bir çuvala elmaları doldurmuş ama elli elmayı yeterli görmüş, kalan on dört elmayı dallarda bırakmış, kanaat etmiş. Genç adam yolda giderken, önüne eşkiyalar çıkmış. Eşkiyaların reisi, çuvalda ne olduğunu sormuş. O da, çuvalda altından elmalar var, demiş. Yalan söylememiş. Eşkiyalar, gencin cevabına gülmüşler, sonra üstünü aramışlar ama para-pul bulamamışlar. Çuvalın içine bakmak akıllarına gelmemiş. Al çuvalını git yoluna, demişler. Genç adam daha sonra yolun iyice daraldığı bir yerde yüzlerce karınca görmüş. İleriye gitmek için yürümesi pek çok karıncanın hayatına mal olacağı için, çuvalı yere bırakmış, karıncaları seyre dalmış. Canlıların hayatına saygı duymuş. Karıncalar az sonra yuvalarına girip gözden kaybolmuşlar. Ağacın gölgesi, üç şart yerine geldi, altın elmalar senin oldu, yolun açık olsun, demiş ve geri dönmüş.

Genç adam yolda bir köylüye rastlamış ve dedesinin köyünü sormuş. Şansa bak, köylü dedesinin köyündenmiş. Tanışa, konuşa köye varmışlar. Dede, torununun ziyaretine gelmesine çok sevinmiş. Gözlerinden akan iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışmış. Yaşlılar böyleymiş işte, bir küçük ziyaret onları duygulandırırmış. Akşam komşular dedenin evinde toplanmışlar. Genç adam başından geçenleri anlatmış. Anlattıklarına kimse inanmamış. Şehir hayatı sana yaramamış. Gel, bu köyde yaşa, demişler. Genç adam ispat için, çuvaldaki altın elmaları odanın orta yerine dökmüş. Altın elmaları gözleriyle gören komşular, çaresiz fikir değiştirip, genci övmüşler, göğsünü kabartmışlar: “ Biz sana şaka yapmıştık, beyim. Yoksa anlattıklarına tastamam inanmıştık. İnsanın bir çuval altın elması olur da, onun dediklerine inanılmaz mı? Her dediği doğrudur ve peşinden gidilir. Sen komutanımız ol, biz seninle savaşa gideriz. “

Bunun üzerine genç adam, dedesine ve komşulara birer altın elma vermiş. Hepsi mutlu olmuş. Dede tef çalmış, komşular oynamış. Genç adam ertesi gün öğle vakitleri uyanmış. Bakmış dışarıda bir gürültü var. Olayı duyan köy halkı, biz de altın elma isteriz, diyerek kapının önünde uzun kuyruklar oluşturmuş. Genç adam, dedesini uyandırıp kalan kırk altın elmayla birlikte arka bahçeden kaçıp gitmişler. Şehirde gencin babası, annesi ve iki kardeşi olanlara çok sevinmişler. Neleri varsa eski evlerinde bırakıp, malikâne satın almışlar ve uzun yıllar mutlu ve zengin olarak yaşamışlar. Bu masalı okuyan herkesin bir çuval altın elması olması dileğiyle Serdar Yıldırım saygılar sunar.

SON
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
DENİZ KIZI MARY
Bundan yıllar önce, denize kıyısı olan ülkelerden birinde, oldukça mutlu, gelecekten umutlu, Mary adında küçük bir kız ve ailesi yaşıyordu. Balıkçılık yaparak ailesinin geçimini sağlayan baba, aniden ölünce, küçük kız ile annesi yalnız ve aç kaldılar. Anne, mecbur kaldığı için, komşu kasabadan bir adamla evlendi. Zalim adam, bir süre sonra anne ve kızına türlü eziyetler yapmaya başladı. Kafasının iyice daraldığı bir gün küçük kızın bacaklarını birbirine yapıştırarak denize attı. Denizin dibini boylamakta olan küçük kızın yardımına balıklar koştu. Balıklar, küçük kızı kucakladıkları gibi, denizlerin taçsız kralına götürdü. Denizlerin taçsız kralı, kötü insanların yaptığı balina katliamlarını önleyemediği için, taç takmazdı. Kral, küçük kızın haline acıdı, onu yanına aldı ve deniz altında yaşamayı öğretti. Küçük kız, kralın yanında sevgi dolu, mutluluk dolu on iki yıl geçirdi. Bu zaman süresince küçük kız yürüyemediği için, belden aşağısı dönüşüme uğradı ve pullarla kaplandı.

Mary artık on sekiz yaşına gelmişti ve üstü insandı ama altı balık olmuştu, yani o artık bir deniz kızıydı. Deniz kızı yüzerken, kayıkla balık avlamakta olan bir adam dikkatini çekti. Bu adam, üvey babasına çok benziyordu, yalnız biraz yaşlanmış ve saçları kırlaşmıştı. Deniz kızı yakına gelerek, kendini tanıttı, ben senin kızınım, dedi ve annesini sordu. Üvey baba, sana anneni anlatırım ama kayığa gelirsen, dedi. Genç kız kayığa çıkınca üvey baba bunun bir deniz kızı olduğunu gördü. Bu durumdan yararlanmayı düşündü. Deniz kızını yakalayıp bağladı ve evine götürdü.

Üvey baba daha sonra büyük bir çadır aldı. Çadırın ortasındaki bir direğe deniz kızını kuyruğundan baş aşağı bağladı. Deniz kızının varlığından haberdar olan insanlar, çadıra koştular ve bilet alarak içeri girip, deniz kızını gördüler. Zamanla ülkenin pek çok şehrinden ziyaretçiler geldi. Deniz kızı meşhur oldu ama bu meşhurluğun kaymağını üvey baba yedi. Üvey baba kazandığı paralarla o ülkenin sayılı zenginleri arasına girdi ve lüks içinde yaşadı.

SON



TİTTİ RABİ
NOT:
merhaba
ben iranli bir kizim,universitede turk edebiati okudum lisans yapmistim,terjumanligi cok seviyorum,turkce hikayeleri farscaya cevirmek istiyorum,siz bana yardim eder misiniz? jevabiniz beni cok sevindirir,dort gozle bekliyorum
__________________________________________________
merhaba nasilsiniz
jevabiniza cok sevindim tesekkur ederim
ben turk hikayeleri farscaya cevirmek isterim ama iranda turk kitapler yok eger varsa hepsi farscaya cevirilmistir,onun icin ben kisa hikayeleri,iranlilari turk kulturunla daha tanismasi icin cevirmek isterim ben kendim turk degilim ama turkceyi ve turk kulturu cok seviyorum,sizin yardimizina cok ihtiajim var,bana hikaye gonderin lotfan fakat turk millete ve kulture ait hikayeler.
sitedeki hikayelerin yazari siz misiniz? onlarindan kac tanesini okudum birisini da cevirmistim,sampiyon ordek
------------------------------------------------------------------------------------
merhaba,nasilsiniz
coooooooooook tesekkur ederim,daha once hikayeleriniz farsacaya cevirildi mi?
--------------------------------------------------------------------------------------
merhaba nasilsiniz?
gonderilen hikayeler icin cok tesekkur ederim.
----------------------------------------------------------------------------------------
Bir sitenin forumunda 2008 yılının yaz aylarında Titti Rabi rumuzuyla bana mesajlar yazan İranlı arkadaşın o Farsçaya çevirdim dediği benim yazdığım Şampiyon Ördek isimli hikâyeydi. Daha sonra ben 10 tane hikâyemi gönderdim. Bu hikâyeler İranlılar tarafından da okunacak.
Hepinize en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Mutlu kalın.
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
SERDAR YILDIRIM'IN HAYAT HİKAYESİ
1959 yılında İnegöl' de doğdum. İlk, orta ve lise 2’yi İnegöl' de okudum. Lise 1 e giderken okulda düzenlenen şiir yarışmasında ilk 10 a giremedim ama edebiyat dünyasına giriş yapmış oldum. Şiir yazmaya devam ettim. Yazarların şiirlerini inceledim. Kelime dağarcığım gelişsin diye sözlük ve imla kılavuzu kitaplarını okudum. 1975 yılında Bursa’ya taşındık. Lise 3 ü Bursa Atatürk Lisesi’nde okudum.
Liseden sonra, İstanbul Mühendislik Mimarlık Fakültesi’ni kazandım. 1978 yılı çok olaylar oluyordu. Evden gidersen, para göndermeyiz, dediler. 1980 yılı eylül ayında ben askerdeydim.
Askerden geldikten sonra Bursa'ya bağlı Demirtaş Kasabası yolunda Yeyma Çiftliği vardı. Ben orada tek tekerlekli el arabasıyla kütük taşırdım. Daha sonra bir yılı aşkın bir süre iş aradım ve 1982 yılı mart ayında kırtasiye dükkanı açtım.

Aradan bir yıl geçmişti. Bir gün dükkanıma mal almak için, Dünya Dağıtım'a gitmiştim. Dünya Dağıtım'ın üst katı çeşitli kırtasiye malzemeleriyle doluydu. Buradan kutuyla silgiler, kalemler, boyalar aldım. Daha sonra alt kattaki kitap bölümüne indim. Sağa bakındım, sola bakındım, her yer kitap doluydu. Yeni taşındığım dükkanda hangi kitapların satışı daha uygun olur diye düşünüyor ve bir türlü karar veremiyordum. Dünya Dağıtım'ın dört ortağı vardı. Bu ortaklardan birisi, üstü kitaplarla dolu bir masanın yanındaki sandalyede oturuyordu. Ben yanından geçerken: Serdar, biraz gelir misin? dedi. Ben yanına gidince ayağa kalktı ve masanın üstünden bir takım kitaplar seçmeye başladı. Daha sonra bana verdiği dört kitap şunlardı:

Linç ( Roman ) Kerim Korcan
Başlayan Kavga ( Roman ) Hasan Kıyafet
Radar ( Hikaye ) Hasan Kıyafet
Köydeki Keklikler ( Hikaye ) Nusret Ertürk
O adam, şu unutulmaz sözleri de söyledi:
" Bak Serdar, bu kitapları sana parasız veriyorum. Bunlarda yazılanları iyice oku, öğren. Hem sana hem de başkalarına çok faydası olacaktır. "
Ben Linç romanını yıllar içinde dokuz kere okudum. Diğerlerini dörder kere okudum.
Çocukluğumda bizim evin oldukça büyük bahçesinde tek katlı bir evimiz daha vardı. Bu evin bir odası ve yanında odunluk vardı. O odadaki dolabın içinde tahtadan bir sandık vardı. Bu sandıkta çocuklar için, eskiden kalmış hikaye ve masal kitapları bulunuyordu. Bazılarının isimlerini hatırlıyorum. Para Buldum Yaşasın, Sinema Dağıldı, Akkavak Kızı. Ayrıca Pedagoji kitabı vardı. Ben o pedagoji kitabını sekiz yaşımdan on altı yaşıma, biz Bursa'ya taşınana kadar, pek çok defa okudum.

1984 yılında kendimi anlattığım Simitçi Çocuk isimli ilk hikayemi yazdım. Daha sonraki 4 yıl sadece şiir yazdım. Aslında hikaye yazmak istiyordum ama pek çok defa denememe karşın, bu mümkün olmadı. Önünde kağıt, elinde kalem 1 saat, 2 saat öylece beklemek ve hiç bir şey yazamamak korkunç zordur. 1988 yılında gerçek anlamda hikayeler ve masallar yazmaya başladım. O yıl ağustos ayında Korkak Tavşan' ı yazdım. Sonra Ot Yiyen Kaplan, Zavallı Çoban, Keloğlan İle Nasreddin Hoca.

1994-95-96 yıllarında İstanbul'a gittim. Yayınevleriyle konuştum. Hikayelerimi okudular. Çok beğenenler çıktı. Yayınevleri hikayeleri kaderine terk etti. İstanbul Cağaloğlu'ndaki bir yayınevi sahibi, hikayelerimi okuyup, çok beğendi ve bunları sen mi yazdın, diye sordu.
Evet, ben yazdım, deyince, senin adın ne, diye sordu. Ben de, benim adım Serdar Yıldırım, dedim.
Yayınevi sahibi, Türk'sün değil mi? deyince, ben de, evet Türk'üm, dedim.
Adın George veya Mark olsaydı, İngiliz veya Fransız olsaydın, ben bu hikayeleri basardım. Adın Serdar Yıldırım ve ne yazık ki Türk'sün. Ben bu hikayeleri basmam, arkadaş, dedi ve hikayelerimi bana geri verdi.

1997 yılında Ayla ile evlendim. İki yıl sonra oğlum Serkan dünyaya geldi. Radyo Press'te 1.5 yıl ve Radyo Sözde 4 ay Mini Mini Büyüklere isimli çocuk programını hazırlayıp sundum. Söz Gazetesi'nde çocuk sayfası hazırladım. Cumartesi ve pazar sabahları 9-11 arası program yapardım. Radyo Söz'e giriş için sözleşme yaparken, istenen ücret bölümünü boş bırakmıştım. Paraya benim de ihtiyacım vardı ama bu işten para kazanmak istemiyordum. Radyonun sahibi Şükrü Bey, nasıl para istemez, böyle insanlar kaldı mı ya dünyada? diye bağırmış. Ertesi gün benimle tanıştı. Para istememişsin, dedi. Ne yapayım, ben böyleyim, dedim. Radyo Press'te de para almazdım, deyince cumartesi sabahı gel başla, dedi.

14 Haziran 2006 tarihinde İnternet'te hikaye, masal ve şiirlerim okunmaya başladı.
Şu son altı yıldır Atatürk Şiirleri yazıyorum. Bin tane face grubuna üyeyim. Yetmiş iki tane Atatürk Şiirim bu gruplarda okunmakta ve çok beğenilmektedir. Bu beni yeni şiirler yazmaya zorlamaktadır. Sağlıklı ve mutlu kalın.

NAZIM HİKMET VE AZİZ NESİN’İN ESERLERİNİ ÇEVİRDİ - Milliyet Gazetesi
Cemal Durmuş, Aziz Nesin’in Suriye’de çok iyi tanındığını ve 30’a yakın kitabının Arapçaya çevrildiğini kaydetti. Kendisinin de Aziz Nesin’in bazı öykülerini, Nazım Hikmet’in şiirlerinin bir kısmını Arapçaya çevirdiğini anlatan Durmuş "Yaşar Kemal’in kitaplarını çevirmeyi çok istiyorum. Ancak telif bedelleri nedeniyle çeviremedim" dedi.
Arap dünyasında Türk dizileri furyasının "Çemberimde Gül Oya" adlı diziyle başladığını belirten Durmuş, "İki Aile", "Bıçak Sırtı", "Kaybolan Yıllar" ve "Asi" adlı dizilerinin yanı sıra "Hemşo" filmi ile "Eve Giden Yol" filminin senaryosunu tercüme ettiğini söyledi.

2008 yılının yaz aylarıydı. Suriye'li bir yazar ve yayıncının ( C. Durmuş ) benim hikayelerimden haberi oluyor ve benim de üyesi olduğum ve eserlerimin okunduğu bir eğitim sitesine üye olup bana özel mesaj yazıyor. Hikayelerimi çok beğendiğini ve kitap olarak yayımlamak istediğini yazıyor. Karşılıklı birkaç mesajlaşmadan sonra ben teklifi kabul ettim ve 30 tane hikayemi gönderdim. Sadece bir isteğimin olduğunu, hikayelerin altında Yazan: Serdar Yıldırım yazmasını istedim. Bu isteğim kabul gördü ve son iki gün içinde iki tane hikayemi Arapça'ya çevirdiğini yazdı. Daha sonraki gün benden kitap için önsöz yazmamı istedi. Ben gönderdiğim e-mail'de, Suriye'li çocuklar için mi önsöz yazacağım, dedim. Hayır, dedi, bütün Arap çocukları için önsöz yazacaksın. Kitap, Arap memleketlerinin hepsine gönderilecekmiş. Ben de ertesi gün önsözü yazıp gönderdim. Bana gönderilen son mesaj, kitaplar çıkınca mutlaka haber verileceği şeklindeydi.
Aradan aylar geçti. Ben Suriyeli yazar ve yayıncıya bir e-mail yazdım ve kitabın yayınlanıp yayınlanmadığını sordum ama bir cevap alamadım. O günlerde bana site hazırlayan bilgisayar şirketindeki gençlere olayı anlattığımda ilk tepkiler gelmekte gecikmedi: Abi, onlar çoktan kitabı yayınlayıp parasını almışlardır, dediler.
Benim parasında gözüm yok ama kitap çıktıysa bir haber vermek gerekmez miydi? Bir posta kutusu ayarlayıp, ücreti neyse ödeyip, bir tane almak isterdim.

25 yıl kırtasiyecilik yaptım. Hep çocuklarla beraberdim. Onları her zaman kendine özel, değerli birer varlık olarak kabul ettim. Ben çocukları başıma taç yaptıkça, onlar beni baş tacı yaptılar. Ekmek paramı çocuklardan kazandım. Her biri birer cevher olan sevgili çocuklar için, bir şeyler yapmak, faydalı olmak istedim. Bunun bir yolu olmalıydı. O yolu aradım ve sonunda buldum. Onlar için, iyilikleri anlatan, maceralı hikaye ve masallar yazmak istedim ve yazdım da. Yazdıklarımı, çocuklar kadar büyükler de çok beğendiler. Özellikle internette yazdıkları mesajlarla beni gururlandırdılar.
2011 yılında Sıradışı yayınları 10 tane hikayemi büyük boy olarak hazırladı ve okuyucunun ilgisine sundu. Şimdilerde internet sitelerinde kalmadı. O yıl kasım ayında İstanbul kitap fuarında okuyuculara kitaplarımı imzaladım. Çocuklar bana sarıldılar, resim çektirdiler. Bu kitap fuarı benim katıldığım ilk ve tek fuardır.

Çeşitli yayınevleri haberim olmadan masal - hikaye kitaplarına, yardımcı ders kitaplarına alıyorlar. Kırtasiyelerden şu son 6 yılda 202 tane kitapta eserlerimi buldum ve satın aldım. Bazısında bir tane bazısında iki tane almışlar. Birinde yedi tane var. Telif hakları diyorlar. Geçen yıl bir yayınevine telefon etmiştim. Hikaye kitaplarınıza benim pek çok hikayemi almışsınız dedim. Kitapların ve hikayelerin adını söyledim. Araştırın dedim. Google'ye Serdar Yıldırım Hikayeleri yazın dedim. Yayınladığınız hikayelerin adını yazın dedim. Tamam, dedi yayınevi sahibi, yarım saat sonra ben seni ararım. Yarım saat sonra aradı. Dedikleriniz doğru, dedi. Borcum var. Bana biraz para verirseniz ben size hiç yayınlanmamış hikayelerden gönderirim. Yayınevi sahibi, Serdar ben senin yazdığın hikayelerden gelen parayla Ankara'da 5 katlı apartman yaptırdım. Yeni hikayelerini internetten bulup kullanırım. Sana para yok, dedi. Çok üzüldüm. Demek dedim insanlar arasındaki benim değerim bu.
 

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
77
Tepki puanı
14
Puanları
8
Yaş
65
KELOĞLAN ZENGİNLER ÜLKESİNDE
Zaman zaman içinde, zaman saman içinde, saman duman içinde, yaman bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan çok çalışkanmış. Çok çalışır, çok kazanırım umuduyla köyünden ayrılmış, şehre çalışmaya gitmiş. Günler, haftalar, aylar birbirini kovalamış, fakat Keloğlan istediğini bir türlü elde edememiş. Şehirde iş varmış var olmasına da bulduğu işler sürekli olmazmış. Beş gün çalışır, üç gün boş gezer, bir hafta çalışır, on gün boş gezer iş ararmış. Çalıştığı günler biraz para arttırırmış, boş gezdiği günlerde bu para ile geçinirmiş. Sonuçta sıfıra elde var sıfır. Ne uzar ne kısalırmış. İstermiş ki, devamlı çalışacağı bir işi olsun, para biriktirsin. Şöyle kocaman bahçeli bir evi olsun. Evin içine yeni eşyalar alsın, giyinsin, kuşansın. Bayram günlerinde bile hep aynı elbiseyi giymek zorunda kalmasın.

Ülkesinde hangi şehre gitse bu durumun değişmeyeceğini düşünmüş. Çocukluğundan beri bolluk ve refah ülkesi diye adını sıkça duyduğu Zenginler Ülkesi’ne gitmek üzere yollara düşmüş. Günlerce, haftalarca yol yürümüş. Sonunda Zenginler Ülkesi’ne varmış. Uğradığı ilk köyün girişinde evinin kapısı önüne kurduğu çardak altında oturan bir adama rastlamış. Keloğlan adama uzun yoldan geldiğini, çalışmak istediğini, iş aradığını söylemiş. Adam, Keloğlan’a dik dik bakmış ve sinirli bir şekilde sormuş: “ İş bulup da ne yapacaksın? “
Keloğlan: “ Çalışıp para kazanırım “ demiş.
Adam otururken birden dizlerinin üzerinde doğruluvermiş. Öncekinden daha da sinirli bir şekilde: “ Parayı ne yapacaksın? “ diye sormuş. Adamın son sözüne Keloğlan çok bozulmuş. Şöyle bir yutkunmuş. O anda aklına geleni söylese kavgaya neden olacağını düşünüp vazgeçmiş. Sakin bir şekilde: “ Kazandığım para ile temiz elbiseler alırım. Bağ-bahçe alırım. Ev alırım. Yeni eşyalar alırım. Mal sahibi olurum. Para ile başka ne yapılır ki? “ demiş.

Keloğlan’ın cevabına adam kahkahalarla gülmüş. “ Sen çok yaşa emi Keloğlan “ demiş. “ Yıllar var ki, ne ağladım ne güldüm. Sen beni güldürdün, ben de seni güldüreyim. Bak Keloğlan, bizim ülkeye Zenginler Ülkesi derler. Bu ülkede para kullanılmaz. Zaten her ihtiyacın karşılanır.

Burada her şey pek boldur
Dere akar paldır küldür
Elma, armut daldan düşer
Çardak altında uyunur.

Giysilerim temiz urba
Dert ve keder yoktur burada
Ekmek, yemek bedavadır
İşte lokantamız şurada.

Karşıdaki evde oturan komşu şehre taşındı. Orada sen otur istersen. Satın alma yok, kira yok. Her ay yeni elbise, ayakkabı dağıtılıyor. Günde üç öğün köy lokantasında bedava yemek veriliyor. Bahçede meyve ağaçları, ceviz ağaçları pek boldur. Ye, iç, yat, keyfine bak. “

Keloğlan o gün eve yerleşmiş. Durup dururken ev-bark sahibi oluvermiş. Adamın çardağının karşısına kendi de bir çardak kurmuş. Akşama kadar yan gelmiş yatmış. Akşam yemeğine komşusuyla beraber gitmişler. Sofrada yok yokmuş. Etli yemekler, kavurmalar, tatlılar, pilavlar, hoşaflar çeşit çeşitmiş. Keloğlan şimdiye kadar böyle bir sofra görmemiş. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemiş, içmiş. Sofra başında baygınlıklar, fenalıklar geçirmiş. Keloğlan’ı zorla sofradan uzaklaştırmışlar. Evine getirip yatağına yatırmışlar. Keloğlan o gece sabaha kadar uyumuş. Sabah kahvaltısına yine komşusuyla beraber gitmişler. Ballı-börekli, pastalı-çörekli kahvaltı yapmışlar. Sonra evlerine gelip çardak altında oturmuşlar. Öğlen oldu haydi yemeğe, akşam oldu haydi yemeğe, sonra yatıp uyumaya, bu böyle tekdüze şekilde aylarca sürmüş. Keloğlan gün geçtikçe kilo almış, şişman bir oğlan olmuş. Keloğlan adı unutulmuş. Köydekiler kendisini Şişmanoğlan diye çağırmaya başlamışlar.

Bir gece evinde uyurken rüya içinde rüya görmüş. Her çeşit yiyecek ve içeceğin bulunduğu büyük bir sofrada kendisini yemek yerken görüyormuş. Yemiş içmiş, yemiş içmiş, içtikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş, sonunda boom diye patlamış ve yerlere yayılmış. Bu durumu acıma duygusu ile seyreden Keloğlan’mış. Şişmanoğlan’a doğru çok sert bir hareketle hızla dönmüş. Kaşlarını çatmış: “ İşte gördün Şişmanoğlan. Rüya içinde gördüğün rüya bitti. Şimdi ben senin asıl rüyanım. Böyle bol bol yiyip bel bel bakınmaya, yan gelip yatmaya devam edersen sonunun ne olacağını anladın. Eskiden sen de benim gibiydin, Keloğlan’dın. Kuvvetliydin, çeviktin, çalışkandın. Ya şimdi şu haline bak. Parmağını bile kıpırdatmak sana zor geliyor. Sorarım sana aylardır bu Zenginler Ülkesi’ndesin. Ne kazandın sanki? Dur, hiç boşuna düşünüp de yorulma. Cevabını söyleyeyim: Hiçbir şey kazanmadın, ayrıca sağlığını kaybettin. Bana bak Şişmanoğlan. Benim canımı sıkma. Ya eski günlere geri dönersin, ya da her gece rüyalarına girer, bu sopayla seni döverim “ demiş, sopayı kaldırmış ve Şişmanoğlan’a vurmaya başlamış. Şişmanoğlan gördüğü korkulu rüyadan feryat ederek uyanmış. Ter içindeymiş, her tarafı ağrıyormuş.

“ Akşam yemeğinde haddinden fazla pilav yemiştim. Bu korkulu rüyayı görmemin sebebi bu herhalde “ demiş kendi kendine. Rüyasında gördükleri hatırına gelmeye başlamış. Sonunda, rüyasındaki Keloğlan’ın söylediklerinin mutlak doğru olduğuna karar vermiş. Açıklamasını ise şöyle yapmış: İnsanın mutlaka çalışması lazım geldiği, çalışmadan yaşamanın tembellik olduğu, tembelliğin insanı bunalımlara sevk edeceği, bunalımın ortaya çıkış biçiminin insandan insana değişebileceğini, kendisinde bu durumun bol bol yemek yeme şeklinde meydana geldiğini ve bunun sonucu olarak şişmanladığının bilincine vardığını, bu zor durumdan kurtulmanın tek yolunun yeniden çalışmaya başlamak olduğunu anlamış.
Bu durumu bir kağıda yazıp, bu kağıdı defalarca okumalarını, yaptıkları yanlışı fark etmelerini rica etmiş. Kağıdı yatağının üzerine bırakmış. Sabah güneş doğarken bir daha dönmemek üzere Zenginler Ülkesi’ne veda edip memleketine, evvelce yaşadığı şehre doğru yollara düşmüş. Eskiden olduğu gibi, çalışkan günlerin yakın olduğunu biliyor, hayalinde tığ gibi Keloğlan’ı görür gibi oluyormuş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Limon Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015 Sayfa: 144-157
Elma Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015
Masal Ülkesi - Revzen Kitap - Yayın Yılı: 2015 Sayfa: 7-22
Masal Dünyası - Çıra Çocuk - Yayın Yılı: 2011 Sayfa: 33-38

Keloğlan Masalları - Çocuk Gezegeni - Yayın Yılı: 2012 Sayfa: 131-136
Keloğlan Masalları - Akvaryum Yayınevi - Yayın Yılı: 2009 Sayfa: 54-58
Keloğlan Zenginler Ülkesinde - Fora Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 Sayfa: 3-22
Masal Saati TİK TAK - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2014 Sayfa: 176-192
En Güzel Keloğlan Masalları - Yakamoz Çocuk - Sayfa: 195-210

Yayınevleri internetten alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım okuyucuya güzel eserler sunmaktır.

-------------------------------------------------------

KONUŞAN LEYLEK
Yaşamakta olduğumuz şu yıllardan pek de o kadar uzak sayılmayacak bir zaman dilimi içerisinde konuşan bir leylek yaşarmış. Bu leylek insanlar gibi konuşur, insanlar gibi düşünürmüş. İyilik yapmayı ne kadar çok istermiş bir bilseniz…Fakat iyilik yapmak için hiç fırsat bulamazmış. Yazın Anadolu’ ya gelir yuvasını kurar, sonbaharda havalar serinlemeye başlar başlamaz göç eder, kışı geçirmek için Mısır’ a gidermiş. Mısır ülkesinin kışları, Anadolu’ nun yazları kadar sıcak olurmuş. Yaz mevsimi gelince de tekrar Anadolu’ ya dönermiş, çünkü Mısır ülkesinin yazları dayanılmaz şekilde sıcak geçermiş.

Senelerden bir sene yaz mevsiminde Anadolu’ ya gelmiş. Gökyüzünde uçarken, aşağıdaki akarsu kenarında şirin bir kasaba görmüş. Hemen kararını vermiş. Yazı bu kasabada geçirecekmiş. Kasabanın üzerinde geniş daireler çizerek, dönerek alçalmaya başlamış. Tek katlı evlerden mavi boyalı olanın bacasını çok beğenmiş. Burası oldukça geniş ve manzarası güzelmiş. Çevreden çalı çırpı toplayıp yuvasını yapmış.

Günler günleri kovalamış. Konuşan Leylek, yeni yuvasında rahat ve mutluymuş. Mutlu olmasına mutluymuş da mutluluğunu tam olarak içine sindirememiş. Mavi boyalı evde bir adamla karısı yaşarmış. On yıldır evli oldukları halde nedense bir türlü çocukları olmazmış. Daha yuvasını kurduğu ilk günün gecesi adamla karısı tarladan evlerine dönüp yemeklerini yedikten sonraki konuşmalarında bile hep çocukları olmadığından yakınırlarmış. Kadın ağlamış, sızlanmış, kocası da ağlamamasını isteyerek, üzülmekle ellerine bir şey geçmeyeceğini söylemiş. Her akşam aynı konuşmaları duyduğu için, çocuk meselesi kafasına takılır olmuş. İşte tam olarak mutlu olamamasının sebebi buymuş.

Daha sonraki bir gün sabaha karşı canı sıkılmış. Yuvasından çıkmış. Gökyüzünde uçtuktan sonra, kasaba camisinin bahçesine inmiş. Gezinmeye başlamış. Ortalıkta kimseler yokmuş.
Biraz sonra etrafına bakınarak, telaşlı hareketlerle yürüyerek gelen bir kadın caminin kapısına elindeki sepeti bırakmış. Acele adımlarla geldiği yoldan geriye dönüp gitmiş. Kadının bıraktığı sepette ne olduğunu merak etmiş. Sepetin üstündeki örtüyü kaldırınca, bir de ne görsün? Minimini bir bebek mışıl mışıl uyuyormuş. Konuşan leylek, bu kadının çocuğu neden terk edip gittiğini anlayamamış. Bebeğin üstünü örtüp orada bırakmış. Kadının gittiği yöne doğru uçmaya başlamış. Birkaç sokak ileride kadını giderken görmüş. Daha sonra kadın evine varmış. İçeriye girmiş. Kapıyı kapatmış. Evin bahçesine çıkmış. Bir köşeye oturup ağlamaya başlamış.

Konuşan Leylek kadınla durumu konuşmaya karar vermiş. Bahçeye inmiş, kadına doğru yaklaşmış: “ Merhaba, rahatsız etmiyorum ya? “ demiş. Kadın başını kaldırmış. Bakmış karşısında bir leylek kendisini merhaba diyor. Hayal gördüğünü sanmış, gözlerini ovuşturmuş. “ Dert üstüne dert gelirse böyle olur işte. Karşımda bir leylek varmış da konuşuyormuş gibi geldi sanki. ” diye söylenmiş.

Konuşan Leylek: “ Hayır, sayın kadın kardeş. Bu dünya, bu evler, bu insanlar nasıl gerçek ise benim varlığım ve benim insan dili ile konuşabilmem de o derece gerçektir “demiş. Kadın öylece bakakalmış. Aradan bir dakika geçmiş. Şaşkınlığı biraz olsun azalmış: “ Tamam, karşımda duruyorsun. Hayal gibi silinmiyorsun. Sen varsın. Peki, nasıl oluyor da konuşabiliyorsun?!. “
“ Şaşırmakta haklısın, kadın kardeş. Yine de çok soğukkanlıymışsın; korkup kaçmadın. İnsanın karşısına her zaman benim gibi düşünüp, konuşabilen bir leylek çıkmaz. Annem leylekti, fakat babam papağandı. Dış görünüşüm anneme benzemiş. Konuşma yeteneğimi babamdan almışım ve ben de Konuşan Leylek olmuşum. Bakışlarından durumu kavradığını anladım. Açıklamanı istediğim soru şu: Neden çocuğu cami kapısına bıraktın? “
“ Kocamla ne güzel geçinip gidiyorduk. Çocuk dünyaya gelmeden iki ay önce kocamı kaybettim. Çeşitli zorluklara göğüs gerdim. Biraz birikmiş paramız vardı, onunla idare ettim. Sonunda o para da tükendi. Akrabamız falan da yok, çocuğu bırakıp iş bulayım, çalışayım. Komşular dersen, herkes işinde gücünde. Onların da çocukları var, benimkiyle kim uğraşacak? Gün ağarmaya başladı.. Sabah ezanı az sonra okunacak. Cami imamı neredeyse gelmiştir. Çocuğu birisine evlatlık verirler herhalde. “
“ Aman, imam gelmeden yetişeyim! Çocuk, kim aldı ya gitmesin. Tanıdığım çocuksuz bir aile var. Yıllardır çocuğa hasret. Yarın bu saatler durumdan seni haberdar ederim ”demiş, Konuşan Leylek. Cümlesini bitirmeden bir kurşun gibi fırlamış. Uçmaya başlamış. Böylesine süratli uçtuğunu hatırlamıyormuş. Ancak saniyelerle sayılabilecek bir süre sonra caminin kapısı önüne inmiş. Neyse ki, imam daha gelmemiş. Bakmış çocuk hala uyumakta. Sepetin sapını gagası arasına kıstırmış. Havalanmış. Mavi boyalı evin bacası üstündeki yuvasına gelmiş. Nefes nefese kalmış. Dinlenmiş. Ev sahipleri uyanmışlar, konuşuyorlarmış. Tam zamanı olduğunu düşünmüş. Sepeti almış. Aşağı yola inmiş. Kapıyı çalmış. Bir süre beklemiş. Kapıyı açıp öylece durup bakakalan kadının şefkatli kollarına bebeği bırakmış. Uçup gitmiş. Yıllardır evlat hasretiyle yanıp tutuşan kadın ile adamın sevincini varın siz tahmin edin artık.

Konuşan Leylek, ertesi gün söz verdiği zamanda çocuğun annesinin evine gitmiş. Kadına, çocuğunun emin ellerde olduğunu söylemiş. Bu kasabaya geldiği ilk günden itibaren olanları anlatmış. Bir bahaneyle çocuğun yeni annesiyle arkadaş olup, çocuğunu istediği zaman gidip görebileceğini söylemiş. Kadın, Konuşan Leylek'e teşekkür etmiş. Üzüntüsünün oldukça hafiflediğini söylemiş. Konuşan Leylek, kadına ‘ Ara sıra uğrarım.. ‘ diyerek mavi boyalı evin bacası üstündeki yuvasına doğru, göğsü gururla kabararak uçmuş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Altın Masallar - Kirpi Yayıncılık - Yayın Yılı: 2010 - Sayfa: 13-22
Öykülerle Değerler Kazanıyorum - Karaca Yayınları - Yayın Yılı: 2015 - Sayfa: 87-114

----------------------------------------------------

ŞARKICI BÜLBÜL
Uzaklardan gelen nağmeler kulaklarından ruhunun derinliklerine yayılmıştı, ihtiyar kaplumbağanın. Yuvasından çıktı. Büyük ve ağır kabuğunu zorlukla sırtında taşıyordu. Ayakları ağrıyordu, ama olsundu. Sıkıntıya katlanacak fakat en güzel öten, en güzel şarkı söyleyen bülbülün konserini kaçırmayacaktı. O bülbül ki, aman efendim, bir ses bir nefes! Duyanlar elindeki işini bırakır, dinlemeye koşardı. Zalim, bir de yakışıklıydı ki.. Şöyle bir yan döner, kafasını yukarıya kaldırıp şarkı söylemeye başladığı zaman, dinleyenler mest olur “ Ah “ çekerler, biçareler, mecnunlar “ Of “ çekerlerdi.
İki ay önce çevre ormanları şampiyonlarının katıldığı güzel ses yarışmasında birinci olup “ Şampiyonlar Şampiyonu “ unvanını almıştı. Kendisine armağan edilen büyük bir yuvada yaşıyordu. Yuvanın temizliğine ve yiyecek işine yardımcıları bakıyordu. Konserler veriyor, çok kazanıyor, çok harcıyordu. Yakın dostları, arkadaşları yüzleri aşmıştı. Hepsi, iltifat ediyor, övgüler yağdırıyor, çevresinde pervane oluyordu. Bu böyle dört ay daha devam etti. Havalar soğumaya başlamıştı. Orman hayvanları kış uykusuna yatmaya başladılar. Bülbül, yakın arkadaşları ile görkemli yuvasında eğlenceler tertipliyor, şarkılar söyleyip, sabahlara kadar zevk ve eğlence ile vakit geçiriyordu.

Karlı bir kış günü bülbül yuvasından çıktı. Daldan dala neşe ile uçarken yoruldu. Terledi. Susuzluğunu gidermek için, biraz kar yedi. Tekrar havalandı. Uçtu. Uçtu. Akşamüstü yuvasına geri döndü. Arkadaşları evde toplanmışlardı. Bülbülün gelmesiyle eğlenceler tekrar başladı. Sabahlara kadar yediler, içtiler, güldüler, oynadılar. Arkadaşları gittikten sonra, bülbül odasına girdi. Yatağına yattı. Derin bir uykuya daldı.
Vakit öğle üzerini geçmişti. Bülbül uyandı. Başı sersem gibiydi. Ter içindeydi. Yutkunmaya çalıştı, yutkunamadı. Boğazı yanıyordu. Aklını toplamaya çalışırken, dün terliyken soğuk kar yediğini hatırladı. Hastalanmıştı. Doktor Sincap Bey’i çağırdı. Doktor Sincap, bülbüle dinlenme tavsiye etti. Çeşitli ilaçlar yazdı, haplar verdi. Bülbül, bu tavsiyeleri aynen uyguladı. Birkaç gün sonra iyileşti, ayağa kalktı. Ertesi gün odasında yalnız olduğu bir sırada canı şarkı söylemek istedi. Kendisini ne kadar zorladıysa da fark etmedi; sesi eskisine göre, kalın, boğuk ve çatallı çıkıyordu. “ Bu sesle şarkı söylemeye kalkarsam herkesin yanında rezil olurum. Beni alaya alırlar. En iyisi hiç kimseye bundan söz etmemek “ dedi kendi kendine. Sonraki üç ay aynı şekilde eğlenceler devam etti.

Nisan ayı geldiğinde kış bitmiş, havalar ısınmıştı. Orman hayvanlarının çoğu kış uykusundan uyanmışlardı. Ormanda konser tertipleyen organizatörler harekete geçtiler. İlk durakları bülbülün yuvasıydı. Büyük paralar vaat ettikleri halde bülbül teklifleri geri çevirdi. Aslında paraya çok ihtiyacı vardı. Kış mevsimi boyunca dostlarıyla birlikte, geçen yaz kazandığı paraları harcamıştı. Hazıra dağlar bile dayanmazdı. Çok uğraşıp, çalışıp çabaladığı halde, eskisi gibi güzel şarkı söyleyemiyordu. Sonunda orman hayvanları arasında şampiyon bülbülün sesini kaybettiği hakkında söylenti çıktı. Kimseler evine uğramaz oldu. Hizmetçiler, evi terk etmeye başladı. Bülbül maaşlarını ödeyemez duruma gelmişti. Eski şarkıcı bülbül görkemli yuvasında yalnız kaldı. Çaresizdi. Tarifsiz acılar içindeydi. En güzel şarkı söyleyen şarkıcı seçilmiş, konserlerde büyük paralar kazanmış, kısa sürede baş döndürücü bir hızla yükselmişti. Gençti, tecrübesizdi, aldanmıştı. Dostları, can arkadaşları neredeydiler şimdi? Fakat onlara da kızamıyordu: “ Beni hiçbirisi zorlamadı ki, her gece eğlenceler düzenle, paralarını bizim için harca diye. “ Ayrıca, soğuk bir kış günü terli terli kar yemişti. Ya buna ne demeliydi?

İhtiyar kaplumbağa günlerdir çok üzgündü. Sesine hayran olduğu yakışıklı bülbülün haline kahroluyordu. Duydukları doğruysa, bülbül sesini kaybetmişti. Bülbülü evinde arıyor, fakat bulamıyordu. Bir gün ormanın tenha bir yerinde bülbülle karşılaştı.
Kaplumbağa: “ Merhaba sayın bülbül. Ne zamandır sizinle tanışmak istiyordum. Geçen yıl siz şarkı yarışmasını kazandığınızda ben de seyirciler arasındaydım. Sesinizi ilk kez orada duydum, hayran kaldım. Daha sonra verdiğiniz konserlerden hiçbirini kaçırmadım. Siz şarkı söylerken, kendimi bulutların üzerinde gibi hissediyorum “ dedi.

Bülbül: “ Ne yazıktır ki, hepsi mazide kaldı. Hatıralar hayal oldu. O bülbül yok artık aramızda. Duymuşsunuzdur, karlı bir kış günü uçarken yorulmuş ve biraz kar yemiştim. Hastalandım. Hastalık birkaç günde geçti. Fakat sesimi kaybetmiştim. Param çokken yanımdan ayrılmayan dostlarım beni terk ettiler. Her neyse, sizi de meşgul etmeyeyim, belki işiniz vardır “ dedi.

Kaplumbağa: “ Bakın sayın bülbül. Ben tam yüz on yaşındayım. Nice olaylara tanık oldum. Bunca uzun süren yaşamım boyunca kimseye zararım dokunmadı. Aksine birçoklarına yardım ettim ve karşılık beklemedim. Anladığım kadarıyla, sesinizi etkileyen, ses tellerinizin iltihaplanmasıdır. Dumanlı dağdaki “ Şifa Veren İksiri “ ağır hastalıklar sonucu oluşan arazların giderilmesine birebirdir. Bu iksirin içinde bulunan elementler, çeşitli hastalıklara iyi geldiği gibi, ses telleri ve gırtlak üzerinde olumlu etkileri vardır. İksirden günde üç bardak olmak üzere dört gün boyunca içeceksin, dört gün sonunda sesinin düzeldiğini göreceksin. Haydi, bakalım sayın bülbül, yolun açık olsun “ dedi.

Bülbül, kaplumbağa ile vedalaştıktan sonra, bir ok gibi gökyüzüne yükseldi. Kaplumbağanın söyledikleri doğru ise ve sesi düzelirse, eski güzel günlere dönebilecekti. Fakat çok daha bilinçli ve tutumlu olacaktı. Bülbül uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, dumanlı dağa vardı. İksirin aktığı pınarı buldu. Dört gün sonunda, sesi eski sağlığına kavuştu. Tekrar ormana döndü. İlk işi kaplumbağa ile buluşmak oldu. Son derece sevinçliydiler. Hemen gidip konser tertipleyen bir organizatörle anlaştılar. Bülbülün konserler vereceği haberi ormanda büyük yankı uyandırdı. Orman hayvanları, bülbülün büyüleyici sesini dinlemeye koştular.

İki hafta sonra: Bülbül eski güzel günlere nihayet dönmüştü. Kazandıklarını harcarken tutumlu davranıyor, gereksiz harcamalardan şiddetle kaçınıyordu. Bir işe karar vermeden önce kaplumbağaya danışıyor, onun söylediklerini harfiyen uyguluyordu. Organizatörlere yardımcısı olduğunu söyleyip ayrıca kaplumbağanın para kazanmasını sağlıyordu. Zevk ve eğlence arkadaşları: “ Neden evinde eğlence düzenlemiyorsun? “ diye sorduklarında buruk bir şekilde gülümsüyor, “ Yakında arkadaşlar, yakında…” diyerek geçiştiriyordu. Bu arkadaşlarıyla daima arasında belirli bir mesafe bırakıyordu. En acılı günlerinde karşılık beklemeden yardımcı olan, üstün bilgi ve engin hayat tecrübesine sahip bulunan yüz on yaşındaki ihtiyar kaplumbağaya sarılıyor ve “ Bir gerçek dost bin posttan iyidir.” diyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Şarkıcı Bülbül - Karaca Yayınları - Yayın Yılı: 2018 Sayfa: 1-20
Sihirli Masallar - Bilgi Yayınevi - Yayın Yılı: 2009 - Sayfa: 78-84
Pofuduk Yayınları - Sayfa: 3-20

-----------------------------------------------------------

KORKAK TAVŞAN
Orman kenarında bir Korkak Tavşan yaşarmış. Geceleri gizlendiği ağaç kovuğundan hiç çıkmazmış. Uyurken korkulu rüya gördüğü zamanlar kan ter içinde uyanır rüyasında gördükleri sanki gerçekten oluyormuş gibi titrer dururmuş. Günlerden bir gün yuvasından fazla uzaklaşmadan yiyecek aramaya çıkmış. Dört beş adım atıp çevresine bakınır tehlike olmadığına kanaat getirir öyle ilerlermiş. Ceviz ağacının dalından bir ceviz Korkak Tavşan’ ın yanı başına düşmesin mi? Korkak, neye uğradığını şaşırmış. Aklı başından gitmiş. Gerisin geriye dönüp arkasına bile bakmadan can derdiyle koşarak yuvasına gelmiş. Kapının sürgülerini takıp yatağın altına saklanmış.
Korkak Tavşan’ ın daldan düşen bir cevizden kaçtığını Bilge Tavşan görmüş. Yerden cevizi alıp cebine koymuş. Korkak Tavşan’ ın yuvasına gelmiş ve kapıyı çalmış: “ Tavşan kardeş kapıyı açar mısın? Ben geldim. Ben Bilge Tavşan’ım. Seninle konuşmak istiyorum. “
Korkak Tavşan Bilge Tavşan’ ın sesini duyunca rahatlamış. Gizlendiği yatağın altından çıkmış. Kapının sürgülerini çekip kapıyı açmış: “ Hoş geldin Bilge Tavşan..Buyurun gelin içeriye size havuç ikram edeyim..”

Ev sahibinin getirdiği havuçlar yenilmiş. Oradan buradan konuşulmuş. Derken Bilge Tavşan asıl konuya geçme zamanının geldiğine karar verip karşısındakini incitmemeye, gururunu kırmamaya, üzmemeye dikkat ederek şöyle demiş: “ Sevgili tavşan kardeş, bundan bir saat kadar önce orman kenarında gezintiye çıkmıştım. Biraz ileride sizi gördüm geliyordunuz. Birdenbire geriye dönüp koşmaya başladınız. Niçin? Acaba ne oldu? Diye merak ettim. Geçerken uğrayıp sorayım dedim. “
Korkak Tavşan ezile büzüle: “ Şey, Bilge Tavşan “ demiş. “ Ağaçtan üstüme bir aslan atladı.Yan tarafıma düştü. İkinci hamleyi yapmasına fırsat bırakmadan kaçtım. “
Bilge Tavşan: “ Sen hiç merak etme tavşan kardeş. Ben o aslanı yakalayıp cezasını verdim. İşte burada…” demiş ve cebinden çıkardığı cevizi tabağın içine bırakmış.
Korkak Tavşan: “ Aaa!..Bu aslan değil ama bu bir ceviz…” demiş.
Bilge Tavşan: “ Tavşan kardeş ceviz ağacının yanından geçerken daldan bu ceviz düştü. Her an karşına bir aslan veya bir yılan çıkacakmış gibi dört beş adımda bir durup bakınarak yürürken daldan düşen bu cevizi sana saldıran aslan zannettin. Gereğinden fazla korktun. Dikkatli olmak tehlikelerden belli ölçüler içinde sakınmak gerçekten her zaman her yerde faydalıdır. Fakat çeşitli alışkanlıklarda olduğu gibi korku eyleminde de aşırıya kaçmak fazla önem vermek doğru değildir. Hepimizin korktuğu bir şeyler vardır. Korkulması gereken bize zararlı olabilecek durumlar sayılamaz. Korku, beyinde düşüncedir, kurtulursun. Evet, sevgili tavşan kardeş artık yalnız değilsin. Ben varım. Sana yardım edeceğim ve ikimiz el ele verip bu korkaklık illetini söküp atacağız. Var mısın? “ demiş ve elini uzatmış.
Korkak Tavşan: “ Varım Bay Bilge. Bundan sonra korku kelimesini aklımdan sildim. Korkmayacağım işte ne olacaksa.” demiş ve Bilge Tavşan’ ın elini sıkmış.
Aradan bir yıl geçmiş. Korkak Tavşan artık ormanda yokmuş yerine Cesur Tavşan varmış. Üstün cesareti sayesinde “ Tavşanların Başkanı “ olmuş. Ormandaki hayvanlar arasındaki konuşmalarda bazı hayvanlar gecenin karanlığında ormanın derinliklerinde bir tavşanı yalnız başına dolaşırken gördüklerini yeminler ederek anlatırlarmış.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Korkak Tavşan - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa
Masal Sepeti - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2014 - Sayfa: 373-386
Nar Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015 - Sayfa: 281-293
 
Üst