Mehter

Emir

Emirhan SERKUŞ,
Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
7,991
Tepki puanı
239
Puanları
0
Yaş
42



1.jpg


2.jpg

İlk Türk boy ve budunları daha iyi topraklara ve daha güvenilir yerlere sahip olmak için, göçler yapmışlar ve bu göçler sayesinde Türk müzik kültürünü gittikleri ve yerleştikleri yerlere taşımışlardır.Hunlar döneminde müzik resmî törenlerde, dinî ve askerî yaşam içinde yerini almıştır. İlk zamanlardan itibaren davul ve def gibi çalgılar askerî ve dinî törenlerde en temel çalgı olarak kullanılmış, devletin varlık, egemenlik sembolü olan tuğ takımlarının da bir unsuru olmuştur. Bayrak (sancak), davul, boru, zil gibi çalgılardan oluşan tuğ takımları Hunlar döneminde yırağı (surnay/zurna), borguy (boru), tümrük (davul), küvrük (kös), çeng (zil) çalgılarından teşkil edilmiştir. En eski Türk yazıtları olarak kabul edilen Orhun Yazıtları ve Şine - Usu Yazıtı'nda tuğ kelimesine rastlanmaktadır. Buradaki tuğ kelimesi kös veya davul olarak nevbet anlamının yanı sıra sancak, bayrak anlamına da gelmektedir.Kaşgarlı Mahmut hem kumaştan yapılmış bayrağın hem de kös anlamında kullanılan "tuğ" kelimesinin Türklerde, Çinlilerde ve Hintlilerde hakanlık ve bağımsızlık işareti sayıldığını söyler. Önceleri tuğlar, Tibet yak öküzlerinin ve at kuyruklarının bağlandığı altın yaldızlı bir topa geçirilmiş bir mızrak şeklindeydi.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi adlı eserinde Türklerin, başına "saliş" (Eski Türkçede ışık, güneş) ve "çetr" (Anadolu Selçuklularında hükümdarlık şemsiyesi) adını verdikleri bayraklarına bir tutam kıl (tuğ) takarak ona sancak adını verdiklerinden bahsetmektedir. Ayrıca "tuğ" kelimesini de şu şekilde açıklamaktadır."Kadimden beri memalik-i şarkiye de Türkistan'da, Türk devletleriyle Hint ve Çin hükûmetlerinde büyük bir sancak üzerine boyalı atkuyruğu kıllarından, dağınık saça müşabih bir alamet vazolunarak askerin ilerisinde götürülür ve buna "haliş" denirdi. Bilahare bunun şekli değiştirilip bir sırığın ucuna, perişan bir hâlde aşağıya sarkan ve kırmızıya boyanan at kıllarının yukarısına beyaz ve siyah kılların örülmesinden mütehassıl birkaç büküm saç bırakıldıktan sonra bunun üst tarafına da yaldızlı top şeklinde bir "felek" vazolunmuştur. Bu halişlere sonraları "tuğ" denilmiştir." demektedir."Tuğ" kelimesini araştırdığımızda kökeni hakkında çok farklı görüşlere rastlamaktayız.Sancak ile davulu bir arada toplayan tuğ geleneğinde tuğ vurma Kutadgu Bilig'de şu iki satırla görülmektedir."Bulut kükredi, urdu nevbet tuğıYaşın yanşadı tarttı hakan tugı(Gök gürledi nevbet davulunu vurduŞimşek çaktı, çekti hakan tuğunu)"Âlem veya sancak olan tuğun sayısı sahip olunan makamın veya rütbenin büyüklüğü ve derecesi ile orantılıdır. Uygur kitabelerinde "üç tuğluk han" ifadesine rağmen Orta Asya'da Türk hakanların tuğ sayısı dokuz adet olurdu.Beylik ve hükümdarlık alameti olan bu tuğ geleneğini Cengiz İmparatorluğu'nda, Anadolu Selçuklularında, Memluklularda, Timur Devleti'nde, Akkoyunlular da ve Osmanlı Devleti'nde de görmekteyiz. Osmanlılarda askerî rütbe ve memuriyetin bir işareti olan tuğ, hükümdarlık, beylerbeylik, sancak beyliği işareti olarak kullanılmış olup, derecelerine göre sayısı da değişirdi. Osmanlı tuğları, sırığın ucunda gümüş hilal, yuvarlak top ve boyalı uzun at kıllarından yapılırdı. Tuğun üzerindeki bu yuvarlak top güneşi, hilal Ay'ı, at kılları da Güneş'in ışınlarını temsil ederdi.Türk hakanların otağı önünde Kös ve davul çaldırması Türklerde "nevbet" geleneği olarak bilinmektedir. Her gün farklı bir eser olmak kaydıyla yılda 366 kez nevbet vurulurdu. Nevbet Arapça "navebe" (=nöbetleşe yaptı) fiil kökünden gelmekte olup askerî mızıka takımlarının hükümdarlık saray veya otağı önünde davul vurarak icra ettiği müzik anlamında da kullanılmaktadır. Zaman içinde mızıka takımlarının bulundukları yerlere nevbethane isminin de verildiğini görmekteyiz.Abbasi halifeleri, Selçuklu sultanları özellikle Tuğrul Bey'den itibaren bağımsızlık ve hâkimiyet işareti olarak günde beş kez nevbet çaldırırlardı. Bu dönemde, taç giyme ve veliaht törenlerinde, zafer kazanıldığında, bir isyan bastırıldığında, hükümdarların karşılanma ve uğurlanma törenlerinde nevbet çalınırdı. Bu gelenek Selçuklulardan Osmanlılara geçmiştir.Bazı kaynaklarda 1289 yılında Anadolu Selçuklu Hükümdarı II. Gıyaseddin Mesut tarafından, Osman Gazi'ye bağımsızlık fermanı ile birlikte bayrak, zil, boru, davul ve nakkareden oluşan tuğ takımı gönderildiğinden bahsedilmektedir. Osman Gazi gönderilen bu tuğ takımını nevbet çaldığı zaman hürmet ifadesi olarak ayakta dinlediği söylenmektedir. Âşık Paşa Zade'ye göre bu tuğ takımı Osman Gazi'ye ikindi vakti gelmişti. Bu yüzden Osmanlıda nevbet vurma vakti olarak bu saat esas alınmıştı.Selçuklularda tabılhane ve nevbet isimleri Osmanlıda "mehterhane" olarak isimlendirildi. Farsça kökenli olan mehter kelimesi Osmanlılarda ne zamandan beri kullanıldığına dair bilgi bulunmamakla beraber Memluklularda ve Türkistan da saray teşkilatında görevli memur veya vezir anlamında kullanılmıştır. Sözlüklerde mehter; "daha büyük, ileri gelen, İslam Peygamberi, tavla eri, seyis" anlamına da gelmektedir.Mehterin teşkilatı ve nevbet vurması ile ilgili hususlar Fatih devrinde belirli esaslara bağlanmıştır. Örneğin İstanbul'un çeşitli semtlerinde günde 3 kez nevbet vurulması, 37'şer kişilik Çadır Mehter topluluklarının oluşturulması, Demirkapı da nevbethane kurulması gibi.Osmanlı döneminde Mehter kavramının geçtiği unsurları üç ana başlık altında inceleyebiliriz.Bunlar:1. Çalıcı Mehterler,2. Çadır Mehterleri ve3. İç Mehterlerdir.Çalıcı Mehterler, Tabl-ü Alem Mehterleri ve Esnaf Mehterleri olarak iki kısımdan oluşmaktadır.Tabl-ü Alem Mehterleri: Padişah sefere gittiği zaman, saltanat sancakları arkasından yürüyerek konak yerine kadar giderler ve padişaha eşlik ederlerdi.Esnaf Mehterleri: Askerî bir kimliğe sahip olmayıp düğünlerde ve eğlence yerlerinde davul-zurna, nakkare gibi müzik aletlerini çalarak halkı eğlendiren esnaf müzisyenlerden oluşurdu. Bu müzisyenler savaş zamanında orduya katılarak Tabl-ü Alem Mehterinin içinde yer alırlardı.Çalıcı olmayan diğer mehterlerden Mehteran-ı Hayme (Çadır Mehterleri) padişahların çadırlarını kurup döşemesini, muhafazasını ve onarımını yapan mehterlerdir. İç Mehterler ise sarayın dâhili işlerini gören kavaslardan (Silahlı erler) oluşurdu. İç Mehterler de kendi içinde vezir-i azam, kubbe vezirleri, defterdar ve reisü'l küttab (Hariciye nazırı), beylerbeyi, Kale Mehterleri olmak üzere çeşitlere ayrılırdı.Sultan Bayezid Veli döneminde Mehter bölükleri teşkil edilmiştir. Bunlar sırasıyla Nakkarezen, Surnazen, Tabbali, Alemdaran, Zençciyan, Şakirdan (talebe) Nefiriyan bölükleridir.Mehterin büyüklüğü "kat" adı verilen her bir çalgı adedine göre belirlenirdi. Bir katlı mehterde her çalgıdan 1 adet çevgenler iki adet olurdu. Padişah mehterleri 9 kat olurdu. XVII. yüzyılda mehterlerin sayısı 12 kata, savaşlarda ise 24 kata çıktığını yazılı kaynaklardan öğrenmekteyiz.Mehterdeki çalgıları 3 başlık altında inceleyebiliriz. Bunlar nefesli, vurmalı ve çıngıraklı olanlardır. Nefesli olanlar, zurna, boru, mehter düdüğü, klarnet, vurmalı olanlar; kös, davul, nakkare, tabılbaz, def, ziller, çıngıraklı olanlar ise zil ve çevgenden oluşur.Mehterin kıyafetlerine baktığımızda Osmanlı döneminde farklı renklerde olduğunu görmekteyiz. Cüppe, şalvar, pabuç (yemeni), kavuklar Osmanlı dönemi kıyafetlerini yansıtır. Şu an ki Mehterin giydiği kıyafetler Arifi Paşa'nın mecmuasından alınmıştır. (Mecmua-i Tesaviri Osmaniyesi) XVIII. yüzyıl Osmanlı dönemi kıyafetlerini yansıtmaktadır. Mehteran bölüğümüzün bu yöndeki araştırmaları devam etmektedir.Mehterin kendisine has bir yürüyüşü mevcuttur. Tören yürüyüşü modern ordu yürüyüşünden farklı olarak sağ adım ile başlar üç adımda bir sağa üç adımda bir sola dönülerek yürüyüş gerçekleştirilir. Yapılan araştırma neticesinde bu yürüyüşün 1953 yılında halkı selamlama ve sesin daha uzak ve geniş bir alana yayılması sebebiyle oluşturulduğu tahmin edilmektedir.Mehterin komutanı çorbacıbaşıdır. Tören yürüyüşünde en önde yürür. Arkasında zırhlı muhafızlarla beraber devleti temsilen kırmızı sancak, İslamiyet'i temsilen yeşil sancak, bağımsızlığı temsilen beyaz sancak yer alır. Onun ardında tuğlar gelir. Tuğlar 9 adettir. Tuğlardan sonra sırasıyla mehterbaşı, çevgenler, zurnalar, borular, nakkareler, ziller ve davul çalanlar yürür. Özel günlerde (29 Ekim-30 Ağustos) at sırtında kös en son yürür.Mehter müziğinin Avrupa'ya olan etkisi XVI. yüzyıla kadar gitmektedir. Haçlı seferleri döneminde Mehter müziğine yeniçeri müziği diyen Almanlar, bu müzikten etkilenmişlerdir.Mehter müziği ve çalgıları Avrupa'daki diğer müzik topluluklarını ve bestecilerini de etkilediği bir gerçektir. Tarihte, Avusturya, Macaristan, Polonya, Rusya gibi ülkeler kendi ülkelerinde benzer teşkilatlar kurmuşlardır. Davul, zil ve çelik üçgen gibi çalgılar Avrupa'daki bando ve senfonik müzik topluluklarında yerini almış, Mozart, Beethoven, Weber, Brahms, Gluck, Lully gibi Avrupalı besteciler Mehterden etkilenmiş ve besteler yapmışlardır (Mozart'ın Türk Marşı).1826 yılında II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağının kaldırılması ile beraber Mehter de kaldırılmıştır. 1827 yılında II. Mahmut'un talimatı ile Avrupa'dakilere benzer bandolar kurulmaya başlamış, 1828'de "Muzika-i Humayun" adı ile bir bando kurulmuş başına da Fransız Manguel getirilmiştir. Fransız Manguel yetersiz olması sebebiyle onun yerine İtalyan Guiseppe Donizetti (1828-1856) getirilmiştir. I. Abdülmecit (1839-1861) döneminde bu teşkilat geliştirilmiş ancak Sultan Abdülaziz (1861-1876) ile Muzika-i Humayun gerileme dönemine girmiştir. Bunun sebebi ise Abdülaziz'in çok sesli müziğe ilgi ve sevgisinin az olmasıdır. Sultan Abdülhamit'in tahta geçmesi ile beraber (1876-1909) tekrar bu alanda atılım yapılmış, Sultan Reşad (1909-1918) ile beraber bandoların başına Türk yöneticiler atanarak gelişme devam etmiştir.Cumhuriyet dönemine kadar farklı şefler idaresinde faaliyetlerini sürdüren Muzika-i Hümayunun adı, 02 Nisan 1924 tarihinde ATATÜRK'ün talimatı ile Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti olarak değiştirilmiştir. 27 Nisan 1924'te ise İstanbul'dan Ankara'ya taşınmıştır. Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti adı altında çalışmalarını sürdüren Orkestra ve Bando 25 Nisan 1932 tarihinde ayrılarak Orkestra; Riyaset-i Cumhur Orkestrası olarak Millî Eğitim Bakanlığına, Bando ise Riyaset-i Cumhur Armoni Mızıkası olarak Millî Savunma Bakanlığına bağlanmıştır.ATATÜRK'ün gerçekleştirdiği bu müzik inkılabı ile Riyaset-i Cumhur Armoni Mızıkası bünyesinde 01 Eylül 1939 tarihinde orta dereceli müstakil Mızıka Okulu açılmış daha sonra 04 Haziran 1949'da ise Askerî Mızıka Meslek Okulu açılmıştır.Kapatıldıktan 88 yıl sonra Mehter Türkçülük akımlarının kuvvetlendiği bir dönemde Askerî Müze bünyesinde müze müdürü Ahmet Muhtar Paşa ile sanatçı ve tarihçi Celal Esat Arseven tarafından "Mehterhane-i Hakani" adı ile yeniden 1914 yılında kuruldu. İsmail Hakkı Bey, Hoca Kazım Us, Ali Rıza Şengel beyler Mehter takımının kuruluşunda etkin rol oynamış besteler yapmışlardır. Birkaç yıl sonra Enver Paşa ordu birliklerinde mehter takımları kurulması yönünde talimatlar vermiş ve talimnameler yayımlamıştır.Millî Mücadele yıllarında Kuva-yı Milliye komutanı Mülazım Halil Nuri Yurdakul, Bozöyük'te ve Maraş'ta birer Mehter takımı kurmuş, kurulan bu Mehterler askerin maneviyatını yükseltmekte etkili olmuştur.Tüm bu kurulan Mehter takımları aslına uygun olarak yürütülmediği gerekçesiyle 1935 yılında dönemin Milli Savunma Bakanı Zekai Apaydın tarafından kaldırılmıştır.1950'li yıllarda, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut'un İngiltere Kralı'nın cenaze töreninde gördükleri tarihî İskoç Gayda takımlarından etkilenerek, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde tekrar tarihî Mehter takımı kurulması çalışmalarının başlaması yönünde talimatlar vermişler. Mehter resmen 1952 yılında Askerî Müze bünyesinde 6 katlı daha sonra 1968 yılında 9 katlı olarak yeniden teşkil edilmiş ve günümüze kadar gelmiştir.Dünyadaki tüm askerî bandolara ve orkestralara baktığımızda Türk askerî müzik kültürünün dünya müzik kültürü üzerindeki etkisini görmek mümkündür.
 
Son düzenleme:
Üst