Atatürk sanki bu günleri görüyor!ya sen TÜRK GENCİ üzerine düşeni yapıyormusun!!!

ROADFOX

Kerem SAYARI, T.C. Vatandaşı,
Başkan
Bilgi Girilmemiş
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,738
Tepki puanı
530
Puanları
113
Yaş
55
Türk İstiklâl Savaşı yıllarından itibaren ATATÜRK, Millî Mücadele döneminin gençliği ile fikir birliği içinde idi. Örnek verecek olursak Sivas Kongresi’nde (4-11 Eylül 1919) gençliğin temsilcisi olarak katılan Hikmet ismindeki Askerî Tıbbiye öğrencisi, Kongre Başkanı Mustafa Kemal Paşaya şöyle seslenir:
“Paşam, elçisi bulunduğum tıbbiyeliler, beni buraya istiklâl davamızı başarmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Mandayı (himayeyi) kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz (kınarız). Farzımuhal (varsayımı güç) manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal Paşayı “vatan kurtarıcı değil, vatan batırıcı” olarak adlandırır ve tel’in ederiz.”
Mustafa Kemal Paşa, çok hislendiğini her hâlinden belli eden bir tavırla gençlik temsilcisine şu cevabın verdi: “Arkadaşlar gençliğe bakın! Türk millî yapısındaki soylu kanın ifadesine dikkat edin!
Evlât, müsterih ol! Gençlikle övünüyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta olsa dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız, tektir ve değişmez: Ya istiklâl ya ölüm!”
Gençlik temsilcisinin bu sözlere karşılığı “Varol paşam!” oldu. Böylece Sivas Kongresi, Amerikan mandasını o zamanki dille “muhili istiklâl (istiklâli zedeleyici)” olduğu için reddetmişti.
Mensubu olduğu milletin hâlde ve gelecekte her zaman umut ışığı olma özelliğini taşıyan Türk gençliğine büyük ümitler bağlayan ATATÜRK, gençliğin eğitiminde de hassas davranılmasını öğütler. ATATÜRK’e göre gençlerin görecekleri eğitim, onları Türk milleti ve devletinin her türlü düşmanları karşısında uyanık ve bilinçli olmalarını sağlayıcı, gençlere, sinsi düşmanları mutlaka öğretici olmalıdır. ATATÜRK bu konuda 1 Mart 1922’de TBMM’yi açış konuşmasında şunları söyler: “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri eğitimin sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine ve millî menfaatlerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Milletler arası cihan vaziyetine göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği ruhî unsurlar ile donanmış olmayan kişiler ve bu mahiyette fertlerden kurulu olmayan toplumlara hayat yoktur.” Türk milletinin ve devletinin parçalanması ve yıkılması üzerine kurulan plânların sahneye konulduğu ve binlerce insanımızın şehit olmasına sebep olan kanlı terör örgütlerinin eylem ve amaçlarının bugün daha açık bir şekilde ortaya çıkması; ATATÜRK’ün 1922’de TBMM’de yaptığı uyarının bir kez daha haklılığını ve onun uzak görüşlülüğünü ortaya koymuştur. ATATÜRK’ün işaret ettiği gibi gençlerimiz, bağımsızlığımızı ve benliğimizi oluşturan değerler ve millî menfaatlerimizle donatılmalıdır. Üzerinde yaşadığımız güzel yurdumuzun sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik konumu bizi buna zorunlu kılmaktadır. Bunun için gençlerimizi tarih şuuru ve sevgisiyle donatmalıyız. Geçmişimiz hakkında doğru bilgi ve şuur, bize mutlaka ATATÜRK’ün istediği mücadeleci ruhu kazandıracaktır. ATATÜRK bu düşünceden hareketle “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde güç ve kuvvet bulacaktır.” demiştir.
Başkomutan Meydan Muharebesi’nin ikinci yıl dönümü dolayısıyla, zaferin kazanıldığı yerde 30 Ağustos 1924’te verdiği nutukta, ATATÜRK gençlere şu şekilde sesleniyordu:
“Efendiler, son sözlerimi münhasıran memleketimizin gençlerine tevcih etmek istiyorum.
Gençler; cesaretimizi takviye ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültürle, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyet’i biz tesis ettik; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”
ATATÜRK kendisini takip edecek olan gençliğin yılmadan yorulmadan hedefe yürümeleri gereğini de bakın şu sözleriyle belirtiyordu:
“Yorgunluk her insan için tabiî bir hâldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan yorulmadan yürüyecektir.”
ATATÜRK’e göre Cumhuriyet’i yüceltecek ve yükseltecek olanlar gençlerdi. 9 Ağustos 1929 günü İstanbul’a gittiğinde, kendisini görmek için sabaha kadar beklemeye azimli olan gençlerin arasına girerek “Beni görmek için zahmet ediyorsunuz. Bundan mahçup oluyorum. Beni görmek demek behemehâl yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeter.” demiş ve ilâve etmişti: “Fikri hür, vicdanı hür, vatan ve milletini her şeyin üzerinde tutan, Cumhuriyet prensiplerine bağlı gençler olarak yetişmeniz en büyük emelimdir.”
Türk gençliğine bir öğretmen tavrı ile yaklaşan ATATÜRK, bu eğiticilik vasfından dolayı Türk eğitim tarihinde de önemli bir yere sahiptir. Eğitimle ilgili gözlemleri, teşhisleri, eğitim tarihimizden çıkardığı dersler onu âdeta bir eğitimci hâline getirmiştir. Mustafa Kemal’i ATATÜRK yapan en önemli süreç eğitim ve öğrenim sürecidir. ATATÜRK eğiticilik yönünün vurgulanmasından büyük haz duyardı. 1936 yılında yiğitliğini, zaferlerini, yaptığı devrimleri anlatan bir şiir yazan şair Behçet Kemal Çağlar’a ATATÜRK, “Olmamış” der, “Benim asıl bir niteliğim var ki, onu yazmamışsın. Benim asıl kişiliğim öğretmenliğimdir, ben milletimin öğretmeniyim, onu yazmamışsın.” ATATÜRK gerçekten Kurtuluş Savaşı’nı ve inkılâpları hep bu sabırla, ikna edici, güven verici, bilgili öğretmenliği sayesinde başarmıştır. Bu yüzden kendisine 24 Kasım 1928’de başöğretmen unvanı verilmişti. ATATÜRK bu yönü ile kendisinden bin yıl önce yaşamış olan büyük Türk filozofu Farabî (870-950)’yi hatırlatır. Farabî’ye göre ideal devlette, devlet başkanı milletinin eğiticisi olmalıdır. İşte ATATÜRK, tarihimizde pek çok yöneticinin ihmal ettiği bu eğiticilik görevini de en iyi şekilde başarmıştır.
Burada ATATÜRK’ün ileri görüşü ve çağlar ötesine ışık tutan, yön verici sözlerini de kısaca belirtmek gerekir. Cumhuriyet’in güvencesi olarak gördüğü Türk gençliğinin irfan ocağı, okullardan söz eden bir konuşmasında büyük önder şöyle seslenir: “Türk toplumunun asıl düşmanı bilgisizliktir, cehalettir, tembelliktir. Bundan dolayıdır ki eğitim, bizi karanlıktan çıkaracak en güçlü ışıktır. Ülkeyi, ulusu kurtarmak isteyenler çok çalışmak ve özverili olmak zorundadır.” ATATÜRK, “geleceğin ışığı” olarak tanımladığı gençliğin son derece modern bir eğitimden geçirilmesi gerektiğini her konuşmasında ifade etmiştir.
O büyük insan, her zaman gençlerle beraber olmayı arzu eder, onların gösterdiği çaba ve gelişmeyi kendi diktiği körpe bir fidanın boy atıp serpilmesi gibi gururla izleyip bundan büyük bir haz duyardı. ATATÜRK, her fırsatta bir öğretmen gibi iyiyi, doğruyu, gerçeği onlara anlatmaktan büyük zevk alan bir önderdir. ATATÜRK ve gençlik ebediyen ayrılmaz bir bütündür. gençliğin görev ve sorumluluklarının neler olacağını, çeşitli zamanlarda ve zeminlerde yaptığı konuşma ve değerlendirmelerle bizlere sunan ATATÜRK, her alanda Türk gençliğini uyardığı gibi, bilhassa onun Türk gençliğine seslenişinin özünü oluşturan “Gençliğe Hitabesi”nde devleti idare edenlerin bile hıyanet içinde olabileceklerini belirtmesi ise gençliğin ne kadar uyanık ve hassas olması gerektiğini hatırlatır.
ATATÜRK aynı zamanda insan sevgisinin ve insanlık ülküsünün de temsilcisidir. Şu olay insan ATATÜRK’ü çok iyi anlatan bir örnektir: 23 Temmuz 1922’de Konya’da General Townshend şerefine bir ziyafet verilir. Ziyafetin bitiminde, sofradan kalkılacağına yakın ATATÜRK, kolundaki saati çıkararak generale şunları söyler: “Bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz subayının kolundan çıkardığını söyleyerek getirdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere’ye döndüğünüzde ailesini bulur ve saati verirseniz, çok memnun olurum.”
ATATÜRK’ün bu insanî yönü dolayısıyla, millî nitelik taşıyan eseri Türk inkılâbı, bütün insanlığın hayranlığını üzerine çektiği gibi evrensel bir niteliğe bürünmüştür.
ATATÜRK’ün duygusal bir tarafı da bulunmakta idi. Yaveri Muzaffer Kılıç’ın bir anısı, ATATÜRK’ün bu yönünü çok belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Muzaffer Kılıç, bir gün ATATÜRK’le Çankaya Köşkü’nde çalışırken dışarıdan bağırmalar işitilir. Dışarıya bakınca görürler ki, dış hizmetlerde çalışan ve yaşlı bir subay olan bir kişi bazı işçileri dövüyor. ATATÜRK’ün bu işe canı sıkılır ve “Durumu öğrenin” der. Çankaya Köşkü’nün bahçesinde ücreti karşılığı çalıştırılan Yunan esirler, işleri bittiği için dönmektedir. Esirlerin üzeri arandığında Gazi markalı birkaç paket sigara çıkar, bunların da köşkteki diğer hizmetçiler tarafından verildiği muhakkaktır. Köşkte görevli subayın, esirleri bunları nereden aldıkları için dövdüğü ortaya çıkınca, konu açıklığa kavuşur. Büyük insan ATATÜRK, tercüman aracılığıyla esirlerden özür diler, birkaç paket sigara ve bir miktar para vererek esirleri gönderir. Esirler minnet duyguları ile o büyük insanın yanından ayrılırlarken sorumlu subay da Çankaya’daki görevinden alınır, bir başkası bu göreve getirilir.
Savaş meydanlarında zaferden zafere koşan bir komutan, kararlı bir devlet adamı olan ATATÜRK, aynı zamanda bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, ulu bir çınarın görkeminden büyülenen, yüreği sevgi ve şefkat dolu bir insandır. ATATÜRK’ün kişiliğini oluşturan etkenler arasında doğa sevgisi ve çevre anlayışı büyük yer tutmaktadır. 1930 yılında Yalova’daki köşkte yaşanan bir olay ATATÜRK’ün çevreye verdiği önemin çok ilginç bir göstergesidir. 1930 yılında bir çınar ağacının tek dalını dahi kesmemek için o yılların teknolojik imkânlarıyla bir bina 4,80 m kaydırılmıştır. Bu olay bir çevre bilinci abidesidir. Kimsenin çevre kavramını bilmediği o yıllarda onun bu doğa tutkusu çok önemlidir. Yürüyen Köşk ATATÜRK’ün çevre anlayışının ve doğa sevgisinin eşsiz bir sembolüdür.
ATATÜRK’te liderlik ruhu çok gelişmiştir. Her türlü ortamda ağırlığını hissettirebilecek kadar etkilidir. Lider ATATÜRK’ün kişiliğini oluşturan özelliklerden biri, belki de en önemlisi ileri görüşlülüğü olmuştur. Onun kişiliğinin bu yönü kararlılığı ile birleşince gerçek gücünü göstermekte idi. Çanakkale Muharebeleri’nde yaşanan ve ATATÜRK’ün ileri görüşlüğünü vurgulayan birçok olaydan birisi de şudur: “Anafartalar cephesinde düşman hareket etmeden mevzilerinde beklemektedir. Arıburnu sahilindeki düşman iskeleleri her zaman olduğu gibi her gün erzak, cephane ikmali için yüklerin inmekte olduğu gözlenmektedir. Düşmanın cephe gerilerinde ufak tefek harekâtı, siperlerinde yorulan taburların değiştirilmekte olduğu şeklinde yorumlanıyordu. İşte bütün bu şartlarda, düşmanın Anafartalar bölgesinden çekileceğini yalnız Mustafa Kemal, kendisine has o büyük hassasiyetle hissetmişti. Düşmanın çekilmeye başladığına hükmeden Mustafa Kemal, Ordu Kumandanı Liman von Sanders’ten bu konuda destek görememiştir. Mustafa Kemal kimsenin göremediğini görmüştü. Gerçeği anlamayanlara anlatmaya çalışıyor, bir şeye yaramıyordu. Bir süre sonra bu konudaki haklılığı, askerî hadiselerle kuvvetlendirildi. Düşman ordularından bir fırkanın Selânik’e gönderildiği haberi gelmişti.” Bu olayı aktaran Cevat Abbas Gürer’in kişisel kanaatine göre, eğer Mustafa Kemal’e engel olunmasaydı, düşman daha orada imha edilerek Selânik’e birlik kaydırması engellenecek, askerî tarihte belki de bir Makedonya cephesi yazılmayacaktı.
ATATÜRK, 1930 yılında üniversite öğrencileri ile yapmış olduğu bir görüşmede “Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lâzımdır.” demiştir. O büyük dahinin ileri görüşlülüğünü Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen komutanlarından Orgeneral Asım Gündüz anılarında yer alan bir olayla şu şekilde bütünleştirir:
“I nci Ordu Komutanı Yakup Şevki (Sübaşı) Paşa, Büyük Taarruz hazırlıklarında da ölçülü davranışının sonucu olarak hemen harekete geçilmesine karşı çıkmıştı. Fakat Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşanın kesin kararı karşısında zayıf bırakılan ordusunu büyük bir komuta olgunluğuyla yönetmiş ve istenenden fazlasını vermişti.
Aynı zamanda ATATÜRK’ün harp akademisinden hocası olan Yakup Şevki Paşa, bu kadar hazırlıktan sonra Yunanların Afyon-Eskişehir hattından kolay kolay sökülemeyeceğine inanıyordu. Başkomutan Meydan Savaşı’ndan sonra Yunanların kaçışı karşısında Eşme’de “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini veren başkomutana gelerek “Mustafa Kemal Paşa”, demişti. “Ver elini öpeyim... Sağ ol... Ben, bunların bu duruma düşeceklerini hiç kestirememiştim...” Bu büyük jest karşısında Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, “Aman estağfurullah Paşam... demişti. Ben, sizin ellerinizi öperim. Sizler bizim hocamızsınız. Sizlerin bize öğrettikleri ve yardımıyla düşman bu hâle geldi, memleketi kurtardık...”
İleri görüşlülüğü tartışılmaz olan ATATÜRK’ün bu kişisel özelliği, aynı zamanda onun şaşırtıcı bir sezgi gücü ile de desteklenmekte idi.
Belki psikolojik bir olgu olarak da görülebilir; ama ATATÜRK’ün dikkati çekecek ve üzerinde önemle durulacak belirgin bir özelliği bu geleceği seziş gücüdür. Bunu birkaç örnekle açıklamak gerekirse;
-Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl sonuçlanacağını daha harbin başında belirtmesi,
-İkinci Dünya Savaşı’nın hangi tarihte başlayacağını Amerikan Başkanı Mc Arthur’a söylemesi,
-Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizlerin siyasî ve askerî bakımdan Türkiye’ye uygulayacağı politikayı önceden ilgili makamlara duyurması,
-Aynı müttefiklerin savaş sonrası mirasın paylaşılmasında anlaşmazlığa düşecekleri hususunu belirtmesi.
Bunun dışında kendi geleceği hakkında;
-Selânik’te arkadaşlarına ülkenin kaderine egemen olacağını ve kendilerine hangi görevleri vereceğine dair yaptığı konuşma,
-Sofya’da Türkiye’de bir gün idareyi ele alınca çağdaş uygarlığın gereklerini uygulayacağını söylemesi,
-Selânik’te Türkolog İvan Melikof’a yapacağı devrimleri teker teker sayması,
-Mütareke döneminde Almanya’nın Türkiye elçisine “Enver Paşanın batırdığı Türkiye’yi kendisinin kurtaracağını söylemesi” gibi.
Yakın arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz, ondaki bu ileri görüşlülüğün okuma hırsından, tarihe aşırı merakından kaynaklandığını belirtir. ATATÜRK’ün bu yönü pek çok araştırmaya konu olmuş, onun psikanaliz yöntemiyle de araştırma konusu olmasına neden olmuştur. ATATÜRK bu sezgi gücünü liderlik özellikleriyle pekiştirmiştir.
Çok gelişmiş bir sezgi gücüne sahip olan ATATÜRK’ü ATATÜRK yapan kişisel özelliklerinden biri de her türlü kanunsuzluk ve angaryanın karşısında olmasıdır. Şartlar ne olursa olsun, her zaman kanunlara uyulması hususunda büyük bir titizlik gösteren ATATÜRK, aksi durumlarda büyük tepki göstermiştir. Onun kişiliğinin bu yönünü vurgulayan örneklerden biri de Muzaffer Kılıç’ın anlattıkları ile şöyledir: “Cumhuriyet’in ilânından sonra idi. ATATÜRK Karadeniz’de bir geziye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Valiye: ‘Yolları nasıl bu duruma getirdiniz?’ diye sordu. Vali de anlattı: Bütün yakın köylüleri jandarmalarla toplatmış ve yolların onarımında çalıştırmış! ATATÜRK’ün kaşları çatıldı ve oldukça sert bir dille; Vali bey, dedi, corvee nedir bilir misiniz? Öyle ise ben söyleyeyim, angarya demektir. Ve şunu da bilmenizi isterim ki, kanunsuz olarak hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalıştırmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur.”
Kişisel bağımsızlığa son derece düşkün olan ATATÜRK için, milletin bağımsızlığı çok önemlidir. Bu konuda 1921 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir insanım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailemi, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca da bu aşkım bilinir. Bence, bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır... Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir hayat meselesidir.”
ATATÜRK’ün özgürlük ve bağımsızlık aşkına verilebilecek örneklerden birisi de şudur: 1938 yılında Savarona yatında Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile birlikte kabul ettiği Romanya Kralı Karol’un görüşme sırasında Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet konusuna değinmesi ve ATATÜRK’ten Çekoslovakya cumhurbaşkanına bazı telkinlerde bulunmasını rica etmesi üzerine söyledikleri son derece önemlidir. ATATÜRK şöyle cevap verir: “Majeste kralın söylediklerini dikkatle dinledim. Benden, bir devlet reisini kendi ülkesinden bir parçayı Almanlara terk etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca yurdunun bağımsızlığı ve bir karış toprağını başkasına vermemek için savaşan bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki, majeste kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar.”
ATATÜRK, tarihin kaydettiği en büyük zaferlere ve başarılara, milletine olan inancı ile kavuşmuştur. Hiçbir mücadelesini milletine inanmadan milletine güvenmeden yapmamıştır. ATATÜRK önderliğinde gerçekleştirilen Türk mucizesi, milletine inanan ve güvenen bir dehanın, milletine inanç ve güven telkin edebilmesi sayesinde meydana gelmiştir. O, 1927 yılında bu konuda Nutuk adlı eserinin başında şunları belirtmiştir:
“Ben 1919 senesi Mayısının 19’unda Samsun’a çıktığım gün elimde hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben, bu millî kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım.”
ATATÜRK, kendi ülkesinde olduğu kadar, uluslararası alanda da bir barış ortamının tesisinden yana idi. Daha açık bir ifade ile belirtmek gerekirse o yalnız kendi milletinin değil bütün insanlığın mutluluğa kavuşmasını istiyordu. 1922 yılında söylediği şu sözler bu isteğini açıkça ortaya koyar: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir. Türkiye şimdiye kadar mevcut tarih kitaplarının icabatını değil, tarihin hakikî icabatını takip edecektir.”
ATATÜRK’ün fikir ve düşüncelerinin özünü oluşturan Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan arınmış gerçekçi ve akılcı bir dünya görüşüdür. Gerçeklerden kaynaklanan sorunlar karşısında aklın ve bilimin öncülüğünü benimseyen bu çağdaş görüş, milletimizi daima iyi ve yararlı olana yöneltmiş ve yöneltecek olan görüştür.
Atatürkçülük bir yandan akıl ve bilime dayandığı yani pragmatik bir nitelik taşıdığı, öte yandan ise millî egemenlik ilkesinden yola çıktığı ve özgür bir toplum yaratılmasını öngördüğü için demokratik, genel olarak da pragmatik-demokratik bir düşünce sistemidir. Atatürkçülük Türkiye’nin gerçeklerinden doğmuş, sistemleşmiş fikirler bütünüdür. Bir taraftan bütünüyle birlikte Millî Mücadele’yi içine almakta, diğer taraftan toplumda yapılan kökten değişiklikleri kapsamaktadır. Kısaca Atatürkçülük, Türk milletinin sistemleşmiş fikir gücü ve geleceğe bakan yönüyle de ülküsüdür.
Atatürkçülük akıl ve bilimi rehber edinmiş, çağdaşlaşma ideolojisi olarak da lâikliği benimsemiş, yeniliğe açık olması nedeniyle inkılâpçı yani gelişmeye açık bir düşünce sistemidir. İnkılâpçılık dinamik ideale, hedefe yönelik esasları bünyesinde barındırır.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik alanlarda gerçekleştirilen inkılâplarla ülkemiz modern dünyada yerini almıştır. ATATÜRK, akıl ve bilimin ışığında bütün bunları gerçekleştirmiştir. ATATÜRK, akılcılığı asker, devlet adamı ve önder kişiliklerinde hep ön plânda tutar, dogmatik kalıplardan uzak durur. Akla mantığa aykırı her düşünceyi, her kurumu reddederek akılcılığı bilimle tamamlar. Nitekim ATATÜRK, “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakikî yol gösterici bilimdir fendir.” demiştir. Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meş’aleyi müspet bilim olarak görür. O bütün bu yenilikleri gizli kapalı bir batı hayranlığı ile değil, aklın yol göstericiliği ile gerçekleştirmiştir. Bakın ATATÜRK şöyle der: “Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”
Ömrünü Türk ulusuna adamış olan ATATÜRK’ün fikir ve düşüncelerini çok iyi anlamalıyız. O Türk ulusunu ve devletini her alanda takip edilen, yol gösteren bir ulus-devlet hâline getirmeye çalıştı. Bizim, bu emaneti gelecek kuşaklara en iyi şekilde aktarmamız aslî görevimiz olmalıdır.
Güzel yurdumuz hepinizin bildiği gibi, dünyanın en önemli geçiş noktasında bulunmaktadır. Stratejik açıdan önemli bir korumu vardır. Bu konumundan dolayı da her zaman tehditlere açık bir durumdadır. Bin yıldan uzun bir zamandır Anadolu’da yaşayan ve burayı her yönüyle Türk yurdu hâline getiren milletimizi içte ve dışta bölmek isteyenler bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ulusal bir devlettir ve Türklük bu millet fertlerini bir araya getiren, onları kopmaz bağlarla perçinleyen ortak addır. Bu kimliği parçalayacak boyuttaki gelişmelere Türk milletinin tahammülü yoktur, bu kimliğin parçalanması demek millî varlığın sona ermesi anlamına gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, millet esasına oturtulmuş millî bir devlettir. İmparatorluktan millî devlete geçerken, Millî Ant yani Misakımillî sınırlarımızın belirlenmesinde Türk soylu insanların yoğunluğunu baz almıştır. ATATÜRK’ün de ifade ettiği gibi cumhuriyet, “Yüksek Türk kültürü ve Türk kahramanlığının eseridir.”
Lozan Antlaşması ile ülkemizdeki azınlıkların statüsü belirlenmiştir. Yaklaşık son 20 yıldır, “alt kimlikleri tanıma”, “T.C. vatandaşı”, “mozaik”, “siyasî çözüm”, “federasyon”, “bu insanlar kendilerini sizden kabul etmiyorlarsa, buna hakları vardır” lâf ve tartışmalarıyla çok tehlikeli bir çığır açılmış, cumhuriyet ile soyutlanamayacak şekilde kaynaşmış millî varlık ve değerlerimize bir saldırı başlatılmıştır. Bundan amaç ise yapay bir millet ortaya çıkarmaktır. Nasıl ki, ana ve babalarımızı seçmek tasarrufumuz yok ise ister kabullenelim ister reddedelim, soyumuzu seçmek tasarrufumuz yoktur.
Günümüzde, bazı Avrupa ülkeleri ile birtakım uluslararası kuruluşlar zaman zaman,Türkiye’de sanki etnik bir sorun varmış gibi propagandalarını sürdürmektedirler. Ne hazindir ki, ülkemizde de bunların sözcüsü konumunda olan siyasîleri görmek mümkündür. Ülkemizde Lozan Antlaşması’yla statüsü belirlenen ve diğer akit ülkelere de kabul ettirilen Ermeni, Rum ve Musevî azınlık dışında bir azınlık bulunmamaktadır.
Türk milletinin birlik ve beraberliğini bozmak için her türlü yolu deneyerek Türkiye’de “azınlık, federasyon, mozaik, anayasal vatandaşlık” lâfı edenlere, Anadolu’daki Türk varlığını bin yıl ile donduranlara, “Ne mutlu Türkiyeliyim” diyenlere karşı bakın devletimizin kurucusu ATATÜRK, ülkemiz insanının birlik harcını şu veciz sözü ile noktalamıştır: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”
 

Emir

Emirhan SERKUŞ,
Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
7,991
Tepki puanı
240
Puanları
0
Yaş
42
İyi bir lider ileriyi görür diye boşuna dememişler...
 

Ersel YILGIN

Bilgi Girilmemiş
Zaten Atatürk'ün en büyük özelliğiydi bu.İleriyi görmek.
 
Üst