Atatürk İle İlgili Biraz Bilgi (Site gibi bir konu)

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
........../............./............./................/Hoşgeldiniz............/.........../..........:/........./

Atatürk ile ilgili bilgi konusuna hoşgeldiniz....

Atatürk!ün Hayatı En Kapsamlı Hayatı İle
Mustafa Kemal Atatürk,1881 yılında Selânik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Ali Rıza Efendi Selânik yerlilerindendi. Uzak dedeleri Vidin'den ayrılarak Serez'de yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi. A1i Rıza Efendi, hayatının ilk devirlerinde gümrük memurluğu yapmış, daha sonraları memuriyeti terkederek kereste ticareti ile meşgul olmuştu. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım da Selânik yakınlannda Langaza adı verilen kasabada yerleşmiş eski bir Türk ailesine mensuptu. Bu aile, soy olarak Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş yörüklerdendi ve 'Varyemez oğulları' olarak tanınıyorlardı. Bu ailenin Langaza'da büyük çiftlikleri vardı; tarım yanında hayvancılıkla meşgul idiler.

1871 yılında Zübeyde Hanım ile evlenen Ali Rıza Efendi'nin henüz elli yaşlarında iken 1888 yılında ölmesi üzerine, yedi-sekiz yaşlarında yetim kalan küçük Mustafa'nın büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, büyük Türk kadını Zübeyde Hanım'a düştü.

Küçük Mustafa, ilk öğrenimine bir süre annesinin arzusuna uyarak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde devam etti; fakat çok geçmeden babasının isteği ile Selânik'te çağdaş eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. Şemsi Efendi, yeni öğrencisinin yeteneklerini ve zekâsını takdir ettiğinden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece memnundu. Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü. Bu sıralarda isimleri Makbule ve Naciye olmak üzere kendisinden küçük iki kız kardeşi bulunuyordu. Babaları öldüğü zaman küçük Mustafa yedi, Makbule bir yaşını henüz doldurmuştu; Naciye ise kırk günlüktü. Bu en küçük kardeşleri genç kız iken Selânik'te öldü.

Ali Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selânik yakınlarındaki Rapla çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi'nin yanına yerleşti. Çiftlik hayatı nedeniyle küçük Mustafa'nın öğrenimi ister istemez bir süre aksamıştı. Fakat çok geçmeden Selânik'e dönerek halasının yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam etti.

Küçük Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'ndan sonra bir süre Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça öğretmeninin kendisine haksız yere sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve 1893 yılında kendi kararı ile Askerî Rüştiye'ye müracaat ederek öğrenimine burada devam etti. Yazları, dayısı Hüseyin Efendi'nin yanına gider, okul zamanına kadar çiftlikte kalırdı. Mustafa bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve öğretmenlerinin sevgisini kazandı; öğretmenleri neredeyse kendisine bir arkadaş muamelesi yapma gereğini hissetmişlerdi.

Bu okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin yetenekleri ve zekâsı karşısında sınıftaki diğer Mustafa'larla aralarındaki farkı belirtmek üzere öğrencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ilâve etti. Artık genç öğrenci Mustafa Kemal olmuştu.

Mustafa Kemal, Selânik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır Askerî İdadisi'ne girdi. Burada Ömer Naci ile arkadaşlık etti. İlerde ünlü bir hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın arkadaşlanndan biri olacak olan Ali Fethi (Okyar) de bu okulda öğrenci idi. Genç Mustafa Kemal, askerî öğreniminin yanısıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmiyor; yazları izinli olarak Selânik'e döndüğü zaman Fransızca dersleri alıyordu.

Genç Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisi'ni de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir Harbiye öğreniminden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu Teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp Akademisi'nde devam etti.1903 yılında Üsteğmen olmuştu.11 Ocak 1905 tarihinde de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu. Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Devir istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimi oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay İstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, Şam'a atandı.

Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü. Şam'dan uzaklaşışı hükûmetçe duyuldu ise de âmirleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha Şam'da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi.

Mustafa Kemal 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik e geldi. Bu sıralarda Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış olan ittihat ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler onun da baş düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Hazıran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3. Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi.

Bu esnada Rumeli'de büyük faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır. "Ittihat ve Terakki Cemiyeti nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyetin ilânına uzandı.

23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, Kolağası rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasi gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu.Fakat kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu.

II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vak'ası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli de oluşturulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli hizmetler gördü. Hareket Ordusu'nun İstânbul'a girdiği gün halka hitaben yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusu'nun duruma hakim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selânik ve çevresinde yapılan mânevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor; bu ise bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da tahammülsüzlüğüne sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu.

O, II. Meşrutiyet'i takiben Ordu'nun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selânik'te toplanan "İttihat ve Terakki Bûyük Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fâkat Cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyetten uzak tutarak doğrudan doğruya askeri vazifesine verdi. "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı.

Mustafa Kemal, Selânik'teki görevini başarı i1e yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pik2ırdi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra 1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev aldı.

Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak evvelâ 5. Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta hizmeti gördürerek onu başarısızlığa sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi. Ama O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Selânik garnizonundaki subaylar gittikçe onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3. Ordu Müfettişliğinin hoşuna gitmedi. Onu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve tayin ettiler. Mustafa Kemal bu atama üzerine İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığında çalıştı.

5 Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu.12 Mart 1912 de Derne Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasim 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etti.

1912 yılı Ekiminde Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu ya geldi. Olaylar süratle gelişmiş, baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük hizmetleri gördü.

Mustafa Kemal, Balkan Harbinden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı.11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliğine atandığı günlerde yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliğine atanmıştı. Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti.1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı.

Bu sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilanı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kema1 gelişen siyasi ve askeri olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kema1 bu gelişmeler üzerine Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915 tarihinde, Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya dan ayrılarak İstanbul a döndü; derhal yeni görev yerine hareket ederek Tümenini kurdu. Bu Tümen kısa süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal burada,19. Tümene ilâveten 9. Tümenin 2 Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı.

Gelibolu Yanmadasında önemli olaylar oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazını geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğazı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadasını çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı.

Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak planını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal bu plan gereğince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya geçti.

Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevketmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi.

Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!"

25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizlerle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesindeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti.

Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler bu amaçla 6 ve 7 Ağustos l9l5 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal'in aldığı önlemIer sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken İngilizler 6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti. Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal. qetirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustata Kemal beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu.

Mustata Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşının akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi.

Mustafa Kemal, Çanakkale Muharebelerinin eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal,10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale den ayrıldı; İstanbul a döndü.

Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu Komutanlığına atandı. Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslarla iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis kuvvetle rimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı.

Mustafa Kemal Paşa, Aralık l9l6'da Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu Kumandanlığına tayin edildi. Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Büyük Kumandanın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı.

Mustafa Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesini teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten komutan atandı. Tekrar Oiyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa,16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti. Mustafa Kemal Paşa,15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralannda askeri görüşler ve uygulanacak harekat bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa,1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak etti.15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa Kemal, Alman askeri çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbinin muhtemel sonuçlan hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 15 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan kurtarılmiş; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti. İstanbul'da Talat Paşa Kabinesi istifa etmiş, yeni Kabineyi Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya Savaşından çekildi.

Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza edildiği günün ertesi, 31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirildi ise de artık yapacak birşey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde bu Grup Kumandanlığı'nın da Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir Ordu Kumandanı idi.

Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlup bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi" adı verilen şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında taksime uğruyordu. İtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta İngilizler idareyi ele almıştı. Trakya işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazları tutulmuştu. İstanbul ve İstanbul Hükûmeti İtilâf Devletlerinin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldu; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilâf Devletlerini iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da bu gayelerine eriştiler.
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezaretinden Mondros Mütarekesi gereğince ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ilk ikaz telgrafını çekti: "Ciddî olarak arzederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır. Bu, Atatürk'te, her şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarının düştüğü yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını gösterir.

Fakat, acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve· ordunun terhisine sür'atle devam edilir. Çünkü genel kanaat, İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf Devletlerini gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını yerine getirecektik. İstanbul Hükümetinin görüşü ve davranışı bu idi.

Padişah ve hükümetini saran bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve istilâlara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan mütecaviz dügmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer milli teşkilâtlar oluşturuluyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayn çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.

Mütareke Türkiye'si, aklın alamayacağı derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi cemiyetlerin yanı sıra özellikle İstanbul'da güya kurtuluş çareleri arayan yüzlerce cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti bunlann başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi gereğince padişah ve halife için hükümranlık hakkı tanınan küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu karışıklıktan istifade çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi.

Bu durum karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi.Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi. Atatürk'e göre önemli olan "Türk milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka birşey değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi. Öyleyse Milli Mücadele'nin parolası "Ya istiklâl ya ölüm!" olacaktı.

Artık Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul etti.

16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa,19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı. Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve tedbir almaktan ibaretti. Hükûmete verilen İnqiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla hareketine giriştikleri ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise de durum tam tersine idi. Bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı gören Rumlar değil, Türklerdi. Rum Patrikhanesinden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti bu bölgede kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen Mustafa Kema1 Paşa'ya verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa Kemal Paşa, görevi kabul için Ordu Müfettişliği sıfatı ve geniş salâhiyetler istedi. İstanbul Hükûmeti bu istekleri de kabul etti.

Saray ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın bu görevi yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları çekmeksizin Anadolu ya geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin menfaatleri adına kullanmak vicdanî bir davranış idi. Esasen olayların akışı da kısa zamanda bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan ayrılmadan önce başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen hepsi ile ve en sonunda Padişahla görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulunduğu badireden kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı görmemiş, görememişti. İstanbul Hükümetinin ve Padişahın davranışlarında İtilâf Devletlerini gücendirmemek görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki onların kararlarına uymak değil, karşı koymak lâzımdı. İşte Anadolu'ya bu gaye ile gidiyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklâli ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum".

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez planını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Kâzım Karabekir'e çekti. Telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu: "Umumî durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti kabul ettim".

Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs 1919'da Genelkurmay Başkanlığına Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebeplerini açıklayan ne İstanbul Hükûmetinin ne de İtilâf Devletleri temsilcilerinin hoşlanmadığı şu telgrafı çekti: "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti teşkili gibi bir safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen kâmilen siyasi bir şekle dönüşmüştür". 22 Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdiği raporu da şu cümle ile noktaladı: "Millet birlik olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır". Bu anlamlı ifadede Anadolu'da beliren Milli Mücadele azmini sezmemek mümkün değildir. İşte bu raporlar İstanbul'a geldikten sonradır ki İtilâf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükümetinden sordu: "Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine İstanbul Hükûmeti, Anadolu'ya gönderdiği müfettişi geri çağırma girişimlerine başladı.

Artık Anadolu'da başlayan Millî Mücadele,liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22 Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan bir tamimde görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır". Bu cümleler Milli Mücadele'nin örgütlü olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün cihana ılânı idi. Bu genelge diğer bir maddesiyle beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da belirtiyordu: "Her vilâyetten seçilecek milletin güvenini kazanmış delegelerle, Anadolu'nun en emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre toplanacaktır".

Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti. Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi der ki "Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını düşünmekte idi".15 Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkun bir şekilde karşılandığı zaman Çukurova da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen ihtiyar Mevlüt Ağa i1e aralarında geçen konuşma, bu ateşten çember içinden mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da perçinledi. İhtiyar, fakat dinç Mevlüt Ağa'ya Mustafa Kemal Paşa sordu: - Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin mi? Mevlût Ağa derhal cevap verdi: - Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki İstanbul'daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?

Bu sözler, milletle beraber, millet için çalışmak üzere Erzurum' a gelen Mustafa Kemal Paşa'yı çok duygulandırmış, gözlerini yaşarmıştı.Etrafındakilere döndü ve : -"Bu milletle neler yapılmaz.

Atatürk, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra,8/9 Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti. Artık bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi vazifesine devam ediyordu.

Askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin Heyet-i Faale başkanlığına getirildi. Cemiyet,o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in Heyet-i Faale reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna da Bir çözüm bulundu. Erzurum'un iki değerli evlâdı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa etmek suretiyle yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle Mustafa Kemal Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı.

Erzurum Kongresi,23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin iştirakiyle toplanmıştı. Kongre bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam etti ve 7 Ağustos 1919 da çalışmalarına son verdi. Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi.

Millî Mücadele'ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri değildi; Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Mütareke hükümlerine göre asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve mukavemet şuurunu daha da bileyledi. Keza Kongre'ye Doğu Karadeniz il ve kasabalarını temsil etmek üzere 17 delege ile iştirak eden Trabzon'da da Pontus tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi'nden faydalanarak Doğu Karadenız şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.

Erzurum Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü Kongre üyelerinin vilâyetlerce gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin Kongre'ye gönderilmesinde büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülkî âmirlerin büyük kısmı, İstanbul Hükûmetinin baskısı ile delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı vilâyetler kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elâzığ, Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edememişlerdi. Bu sebeple Kongre'nin toplanabilmesi için Müdafa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddî teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilâyetlerin herbirine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara gerektiği şekilde tebligatta bulunuldu. Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip Kongre'yi toplamaya muvaffak olundu.

İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin müştereken hazırladığı bir Kongre idi. O günkü mülkî taksimatta Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve il elerinden 17, Erzurum un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden 14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 üye ile toplanmıştı. Bugünkü idarî taksimat gözönüne alındığı takdirde 30'a yakın Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.

Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul da Saray ve Hükûmet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asi olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal Paşayı tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti, Erzurum Kongresi'nin dağılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı Harbine sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki millî hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi.

İşte bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış, alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu. Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir: 1- Doğu illeri ile Trabzon ve Canik sancağı hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür.

Bu demekti ki ne doğu illeri Ermenistan sevdasıyla, ne Karadeniz illeri Pontus hulyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek isteyenlere karşı ilk esaslı ihtardı. 2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.

Bu madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği, birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilâyı birlik halinde püskürtmeye kararlıydı. 3- Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine İstanbul Hükûmeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da geçici bir hükûmet kurulacaktır.

İstanbul Hükûmetinin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükûmet kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu amaca yönelik ilk adımdı. 4- Kuva- i Milliyeyi amil ve irade-i mılliyeyi hâkim kılmak esastır.

Kuva-yi Milliyeden kasdedilen millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi uğrunda Milletin arzu ve eğilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Milli iradeyi hakim kılmak aynı zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını sezmemek mümkün değildi. 5- Hıristiyan azınlıklara siyasî hakimiyet ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez.

Memleketteki azınlıklar yer yer siyasî egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara imkân verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı. 6- Manda ve himaye kabul olunamaz.

Türk milleti her şeyi göze alarak istiklâli için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden lûtuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne pahasına olursa olsun istiklâl mutlaka gerçekleşecekti. Parola "Ya istiklâl ya ölüm" idi. 7- Millı Meclis'in derhal toplanmasına ve hükûmet işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır.

MilletılMe evletlerinin baskısı ve Padişah fermanı ile kapatılmış olan clısı derhal toplanmalı, hıikûmetin millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili vereceği her türlü karar böyle bir meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet kararları ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı. 8- Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil, fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder.

Bu cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek isteniyordır ki Türk milleti insanî ve uygar amaçların değerini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini değiştiren büyük inkılâplara başladığı zaman "yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline getirmektir. İnkılâplarmızın temel kuralı budur", diyecekti. Kararda geçen "Milletimiz fennî. sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde de harap bir memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma hamlelerine işaret edilmekte idi.

Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan antlaşmalarının bağımsızlığı savunan ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil eder" cümlesiyle Atatürk inkılâplarının ilk kıvılcımları Erzurum Kongresi'nde parıldadı.

Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa, kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir" ifadesini kullandı.

Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bü- tün yetkileri kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni -gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırdı.

Sivas Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları bütün acılığı ile devam ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhirıe haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların İtilâf devletlerinden aldığı cüretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkıın bir sevinçle karşıladı.

Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i Sultanî" olarak kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki ile toplandı. Kongre 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa. başkan seçildi.
Erzurum Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir Kongre'nin özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi. Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke şartları gereğince İtilâf devletlerini temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen- işgal altında değildi. Ulaşım bakırrıından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o günkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde bağlanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler Samsun'dan şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle bir işgalin düşmana çok pahalıya mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi ,şehirde oldukça iyi teşkilâtlanmıştı.

İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi doğrudan doğruya Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış , bir millî kongredir. Kongre nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 7'sini ise Doğu Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i Temsiliye oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı

Tarihî bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında da Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti ve idarecileri büyük engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edemedi.

Sivas Kongresi'nin toplanı`ırıaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve Kongre'nin dağıtılacağını bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde bulundular. Fakat Mustafa Kemal'in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu tehditler sonuçsuz kaldı.

İstanbul Hükûmeti Erzurum Kongresi'nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün gücüyle Mustafa Kemal'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine telgraflar çekilerek Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere, mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî irade ve miUî hava içinde İstanbul Hükûmetinin isteklerini yerine getirmek cesaretini gösteremedi.

Sivas Kongresi'nin diğer bir özelliği de delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin mutluluğundan başka hiçbir kişisel maksat izlemeyeceklerine, mevcut siyasî partilerden hiçbirinin amaçlanna hizmet etmeyeceklerine dair Kongre'de yemin etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele'nin hiçbir siyasî parti adına yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu. Sivas Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir: 1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.

Evvelce toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilâyetlerinin hiçbir sebep ve bahane ile anavatandan ayrılamayacağını ilân etmişti. Sivas Kongresi sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik kazandırdı. 2- Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.

Erzurum Kongresi'ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike Doğu Karadeniz Bölgesinde kurulması düşünülen Pontus Rum devleti ile Doğu Anadolu illerini içine kalacak bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini de göz- önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin karşılıksız kalmayacağını mütecaviz düşmana açıkça bildiriyordu. 3- İstanbul Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.

Bu madde ile İstanbul Hükûmetinin millet menfaatlerine aykırı herhangi üir karar veya davranışına milletin kayıtsız kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye dayanan bir hükûmetin derhal kurulacağı açıkça belirtiliyordu. 4- Kuva-yı milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.

Erzurum Kongresi'nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi'nde perçinleştiriliyordu, Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve eğilimleri yönünde savaşacâk, bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık egemenliği- ni kendi eline almıştı; kendi hâkimiyetinden başka hiçbir güç tanımıyordu. Bu esas gelecekteki Cumhuriyet rejiminin esasırtı oluşturuyordu. 5- Manda ve himaye kabul olunamaz.

Erzurum Kongresi'nde karar altına alınan bu görüş, Sivas Kongresi'nce de onaylanarak Millî Mücadele'nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine sığınmaksızın" Ya istiklal ya ölüm!" dü. 6- Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir.

Erzurum Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet olarak gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî iradeyi yansıtmayacaktı. 7- Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.

Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgelerindeki millî cemiyetleri "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı. 8- Mukaddes maksadı ve umumî teşkilâtı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.

Erzurum Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti. Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye" genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar memleket mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu.

Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılâp Tarihimizde büyük öneme sahip bir Kongre'dir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen, bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir Kongre'dir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.

Sivas Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükûmet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi adam, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye i1e temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp Tarihimizde "Amasya Mülâkatı" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, Meclisin Anadolu'da toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı. Fakat İngilizlerin ve gerekse onlara âlet durumunda olan hükûmet adamlarının baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas Kongrelerinin esaslarını "Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti.

Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri i1e beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara'dan yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Bağımsızlık Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra,16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından fülen işgal edildi; şehir yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına alınmıştı. Bu şartlar altında Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; zaten bu sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış bulunuyordu.

Mustafa Kemal, İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler sür'atle sonuçlandi. Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım savaşının,. istiklâl mücadelesinin Iiderliğini yapıyordu.

Ankara'da Millet Meclisi'nin açılması, milli bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve İstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, âsi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan İzmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlânıyordu. Mütareke ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhları alınmış olduğundan, işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahallî kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu.

Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu cephesinde XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi.

Güney cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerirıde Fransız birlikleriyle mahallî kuvve'tler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması" Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.

Yunanlılar 1920 Haziranında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesinde umumî taarruza geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan kuvay-ı milliye cephesini yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı, 29 Ağustos 1920 günü de Uşak'ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken Padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10 Ağustos 1920'de İtilâf devletleriyle Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle dış düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.

Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, millî mücadelenin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otnrite altında toplanmalarına bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplin ve eğitime tabi tutulacaktı.

Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kema1 Paşa, Millî Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir. Bu aylar, millî mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.

Şimdi 1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü örgüt sür'atle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde bir kısım kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Millî Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi azlediyor, değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete karşı bir isyan halini almıştı.

Durum gerçekten nazikti. Binbir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir ve komuta birliğini temin bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Zira Ethem müfrezesi ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayacağı gibi, aksine bu âsi kuvvetler her başarıda orduya ayakbağı olacaktı. Bu sebeple hükûmet Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi.
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
29 Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı Albay Refet Bey, Çerke.z Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı Cephesi kuvvetlerin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler, âsileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.
İşte şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Ethem'i takip sebebiyle cephelerin boşaltıldığını, askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve zor ânını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa, hem Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde âniden bastırıp mağlup etmek, bu suretle Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plan gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti doğduğu yerde boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.

Düşmanın, taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askerî yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cephelerinden ilerleyen düşman kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz halinde ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.

Düşman taarruzu i1e gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi komutanları vaziyeti görüşerek, ister istemez Çerkez Ethem'in takibine ara vermeyi ve Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit geçirmeksizin İnönü ve Dumlupınar mevzilerine sevketmeyi kararlaştırdılar. Ancak Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden daha önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir'e kadar yol almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son sür'atle İnönü mevzilerine yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler İnönü mevzilerine hareket ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine karşı İnönü mevzilerini da- ha da takviye etmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta olan 4. Tümen de Cepheye çağrıldı. Ethem'in takibine ara vererek Kütahya'dan hareket eden 11. Tümen de 9 Ocak sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı.

Öte yandan Yunanlılar sür'âtle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Fakat bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda başta Atatüxk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Atatürk, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir ama izleyenlerde olacaktır."

I. İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşında dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar sonrâ bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "İnönü" soyadı verilecekti.

Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında çok çetin çarpışmalar oldu. Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan düşman, umduğunu bulamamıştı. İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onlar gerçekten şaşırtmıştı.

Muharebe,10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti. Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz'den muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı. Bir ara bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade ederek Batı Cephesinin karargâhı bulunan İnönü istasyonunun kuzevine kadar sokulmaya muvaffak oldu. Bu kritik vaziyet karşısında cep- he karargâhı istasyondan alınarak sür'atle İnönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırarak takviye edildi.

Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir an gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkân bırakmıyorlardı. Şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar karşısında ağır zayiat veriyor; ama canından aziz bildiği kutsal vatan topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. En nihayet tükenen, gücü kırılan düşman oldu. 2 gündür devam eden taarruzlarından bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık bu safhada onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.

Bu zafer müjdesi üzerine,11 Ocak 1921 günü Atatürk, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla tebrik ederim".Gerçekten I. İnönü zaferi, Atatürk'ün ifadesiyle kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmuş, onu II. İnönü, Sakarya, 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir.

Artık sıra, Çerkez Ethem kuvvetlerinin de bırakılan yerden takibine gelmişti. Sür'atle ileri harekata geçilerek bu âsi kuvvetlerde tamamen ortadan kaldırıldı. Çerkez Ethem ve kardeşleri son çare olarak Yunanlılara sığındılar. Bu isyanın bastırılması ile artık millî orduda emir ve komuta birliği de tam olarak sağlanmış oldu.

I. İnönü zaferi içerde ve dışarda büyük etkiler yarattı; büyük siyasî gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle içerde asayiş ve güven sağlanmış, muntazam ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı.

I. İnönü zaferinin dışardaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık, millî hükûmetin hatırı sayılıx bir varlık olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilâf devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı'na İstanbul Hükûmeti i1e beraber Ankara Hükûmeti'ni de çağırdılar. Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara Hükûmeti idi. Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükûmeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. İşte bu gelişmeler sonucu İtilâf devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar. Yine I. İnönü zaferinin millî hükûmete kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa ve İtalya ile barış yolunda bazı müzakereler oldu.

Ancak Yunanlılar, bu mağlubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü Yunanlıların İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan,II. İnönü muharebesinde de düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye başladılar. Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar silâhlanmıza terk zorunda kaldılar. Bu suretle Batı cephesinde düşmana karşı II. İnöntı Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu.

Şimdi 1921 yılının Temmuz başlarındayız. Yunanlılar Ankara Hükûmetinin reddettiği Sevr Antlaşmasını gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlanmaktadırlar. Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönün ; den Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti.

Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhına geldi. Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tesbitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa'ya şu direktifi verdi: "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!" Müteakiben bu strateji uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen taarruz gücünp karşı çekilmeksizin uzun sure direıımesı daha büyük kayıpların sebebi olacaktı.

İnkılâp Tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve Sakarya'nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çaıpışmalarda ordumuz kendisinden sayıca 2 misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça ağır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü.

Ordumuzun bu, Sakarya'nın doğusuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan taarruzuna karşı tedbir olmak üzere Hükûmet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak Meclis'ten onay almak gerekiyordu. Hükûmet kararı, Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda açıklandı. Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya kaçmaya mı ,geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Millet temsilcileri, Ankara'yı harpsiz teslim etmeyi kabul etmediler; hedef son tepeye kadar dövüşmekti. Bu heyecanlı konuşmalar üzerine Meclis, tahliyenin aksine Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verdi.

Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kati darbe indirileceğine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale gelecekti." Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması ve bu uğurda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil, bizim arzu ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kati darbeyi vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu.

Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna çekilmenin yarattığı maneviyat bozukluğu Meclis'e de aksetmişti. Yeni bir ordu oluşturulurken meydana geleıi bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı oTarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fülen ordunun başına geçmesidir. Çünkü O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş, yenmiş bir kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale Muharebesinde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?" Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.

Muhaliflere gelince, onlar da Başkomutanlığı Mustafa Kemal Paşa'ya vermekle zaten kurtuluş ümidi kalmadığını kabul ettikleri bir ortamda, gelişecek tüm sorumluluğu onun ,omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı.

Meclis'te 4 Ağustos 1921 günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de aynı heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların dışında kaldı. Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan görmek isteyen millî iradenin bu ısrarı karşısında, Meclis Baş kanlığına şu önergeyi sundu: "Meclis'in sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu yetkileri fülen kullanmak şartiyle üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum".

Bu önerge Meclis'in yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı itirazlara sebep oldu. Ancak durum, olağanüstü bir durumdu ve ölüm kalım mücadelesi gibi olağanüstü şartlar konuşuyordu. Bu şartlar içinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen görev gerçekten çok büyük ve önemli, diğer bir ifade ile Türk milletinin mukadderatı ile ilgili idi. Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en seri, en doğru kararları verebilmek, ancak Meclis'in yetkilerini anında kullanmakla mümkündü. Esasen Atatürk de bu olağanüstü şartlara rağmen, söz konusu yetkinin 3 ayla sınırlı kalmasını istemekle, millî iradeye olan sarsılmaz saygısını gösteriyordu. Nihayet Meclis, bu isteğinde kendisini haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, "Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclis'in yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi'nde oybirliği ile kabul edildi. Kanunda şu sözlere yer veriliyordu: "Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan yegane yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık füli vazifesine kendi reisi Mustafa Kemal Paşa'yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun maddî ve manevî kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna ait salâhiyetini Meclis namına fülen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat ve salâhiyet üç ay müddetle sınırlıdır. Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve salâhiyeti kaldırabilir."

Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Memleketin düşman istilâsından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allahın yardımıyla behemehal mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim." Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu bildiride de şu cümleler yer alıyordu: ".... Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkân omayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. "

Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır. Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa zamanda almaktır. Bu amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10 adet "Tekâlif-i Milliye" yani "Millî Vergi" emri yayımladı. Bu emirler gereği her ilçede bir "Millî Vergi Komisyonu" kuruluyordu. Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardarı yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el konuluyordu. Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40'ını yine parası sonradan ödenmek üzere orduya verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silâh ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edecekti. Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalâthanelerinin listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Böylece bütün memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet e dilmişti. Artık millet ve ordu el eleidi ve topyekûn bix harp başlatılmıştı.

Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan hareketle Polatlı'daki Cephe Karargâhına geldi. Artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fülen Türk ordusunun başında idi.

Şimdi 1921 yılı Ağustos başlarındayız. Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta başladı. 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar.

23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Poiatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri bir çok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, oria tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur".

Başkomutanın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin harim-i ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çök uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü. Artık taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya doğru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri meyzilerde görürimüş, hatta ateş hattına girmişti. Başkomutanın en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı.

"Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasî alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.

Sakarya Meydan Muharebesinden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli yerleri tel örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardi. Düşmanın bu geniş hat üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.

Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun kesin sonuçlu bir muharebeyi kazanmasına gerek gösteriyordu. Ancak bu suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün olabilecekti. Diğer taraftan gerek Yunanlılar gerekse İngilizler, mevsimin ilerlemiş olduğu, Türk hükûmetinin içinde bulunduğu güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığı sebebiyle Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını hesaplıyorlardı. Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre, "Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldiğine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden üstünlüklerini korumakta idiler.

Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve onu izleyecek meydan muharebesi planı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık" emri verildi.

Büyük taarruz planı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da cüretli ve tehlikeli idi. Zira ku.vvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci planda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halin- de, bu bölgede savaşan l. Ordu'nun akıbeti kritikleşebilirdi.29/2

Bu plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.

26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunııyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu hattın güneyinden I. Ordu, kuzeyinden II. Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin ağırlık merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya Yakup Şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu.

Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzü düşürüldü. Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını alan bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu.

Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922 günü komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdi.

Son süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e ulaştılar. Bu sabah Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4 yıl süren düşman istilâsından, düşman işgalinden kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler önüne serilmişti.

Mondros Mütarekesiyle başlatılan ve Sevr Antlaşmasıyla gerçekleştirildiği zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler Atatürk'ün ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayannıayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir gayrettir. Her biiyült meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur".

Büyük Türk zaferinden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş; çağdaş, demokratik ve lâik Türk devletinin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar açılmıştı. Bu sebepledir ki memleketi düşman istilâsından temizleyen büyük askerî zaferleri takiben bu başarıların semerelerini toplamak üzere siyasî faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922'de İtilâf devletleriy:e imzalanan Mudanya Mütarekesi ile silâhlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışma(lara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre Edirne'yi de içine almak üzere Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve boğazlar bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı.

1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kcararı ile saltanatla hilâfet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal Paşa, Meclis kürsüsünden şunları söylemişti: "Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şâhısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Âli'de temsil etti. İşte o Meclis, Meclis-i Âli'nizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir". Meclis'in bu tarihî kararı üzerine Vahdettin bir İngiliz harp gemisiyle yurt dışına kaçtı.

Artık sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini -Mudanya görüşmelerinde olduğu gibi- İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, Ekonomik alanda Osmanlılar devrinden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma Atatürk'ün ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika" idi. "Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi".

13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye Devleti'nin Hükûmet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, -yapıları bir Anayasa değişikliği ile - Cumhuriyet ilân olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oybirliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhuriyetin ilânı i1e gerçekleşen bu büyük inkılâbın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak lâikleşmesi gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeli Cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart 1924'te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş halini almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı.

Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılâplari yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevkederek her türlü hayat enerjisini yokeden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldirıldı. Lâik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber birçok yeni kânunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, lâik ve millî bir yol takip edildi. Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılâbı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapıÎarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere önem.verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Ziraî faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu inkılâplara "Atatürk İnkılâpları" adı verildi. İnkılâpların memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi tegkil edildi. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi.

Milleti çağdaş uygarlığa götüren bu zorunlu gidiş karşısında, muhalefeti teşkil eden, fakat bir kolu da tutuculuğa ve gericiliğe dayanan bir grup tedirgin oldu. Politik sahada da kendilerine temsilciler bulan bu grup, bütün bu gidişten Atatürk'ü sorumlu tuttukları için ona birkaç suikast girişiminde bulundularsa da muvaffak olamadılar ve millet tarafından tel'in edildiler.

Mustafa Kemal, inkılâpların büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan büyük Nutkunu yazdı. Bunu 1927 yılında, Parti Kongresinde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.

Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka inkılâpların ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi. Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay' ın anavatana ilhakına galıştı. Kendisinde mevcut karaciğer kifayetsizliği zamanla ağırlaştı; son günlprini hasta ve rahatsız olarak geçirdi. 10 Kasım 1938 perşembe güxıü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı. Ölümü bütün dünyada derin akisler yaptı ve büyük üzüntü yarattı.

Atatürk'ün na'şı, tahnit edilerek Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalk'a yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu mukaddes tabut, üç gün müddetle milletin ziyaretine bırakıldı. Na'şı, bilâhere 20 Kasım'da Ankara'ya getirildi. 21 Kasım'da büyük törenle Etnoğrafya müzesindeki geçici kabrine kondu. Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi. Çanakkale'de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa dikkati çekiyordu.10 Kasım 1953'te na'şı, Etnografya müzesinden alınarak muhteşem bir törenle Anıtkabir'e nakledildi.
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
Atatürk'ün Liderlik Özelliği
Atatürk, Millî Mücadele'de millî birliği temin eden eşsiz bir lider, muharebe meydanlarında efsanevî bir kumandan, devlet kuran büyük siyaset ada·mı, milletin çehresini değiştiren kûdretli bir inkılâpçıdır. Bu vasıflarıyla, insanlık tarihinin tanıdığı en büyük adamlardan biri olduğunda şüphe yoktur. Kahramanlık ve yüksek insanlık meziyetlerini en yüksek seviyede taşıdığında dünya tarihçileri ve fikir adamları tereddütsüz birleşmektedir. Tarihin büyük tanıdığı şahsiyetlerle mukayesesi yapıldığı zaman türlü bakımlardan bariz üstünlükleri göze çarpmaktadır. Bir kere bütün bu dehalara üstün tarafı, hem fikir hem hareket adamı oluşudur. O, fikri ve hareketi kişiliğinde birleştirmiş bir lider idi. Fikir ve düşüncelerinin özünü oluşturan Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış akılcı bir dünya görüşüdür. Memleket gerçeklerinden kaynaklanan, problemler karşısında aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden bu gerçekçi görüş, gerek Türk Bağımsızlık Savaşı'nın gerekse onu izleyen Türk çağdaşlaşma hareketi'nin esasını oluşturmaktadır.

Atatürk, milletin tarihî seyrini değiştirebilecek üstün meziyetleri sayesinde, memleketi askerî ve siyasî zaferlerle uçurumun kenarından kurtarmıştır. Dünya tarihirıde, her türlü imkânsızlığa rağmen inandığı fikri tatbik sahasına dökmüş. "Ya istiklâl, ya ölüm!" parolası ile bir Millî Mücadele kazanınış, arkasından yepyeni hüviyette bir çağdaş millet ve devlet yaratmış adam azdır. İçinde bulunduğu şartları değerlendirmede, engelleri ortadan kaldırmada gösterdiği büyük başarı Atatürk'ün ayrı bir özelliğini teşki1 etmektedir. Diyebiliriz ki Atatürk, Türk toplumunda sadece çağdaşlaşma gereğini gördüğü için değil, bu çağdaşlaşmayı en kısa zamanda gerçekleştirecek yolu gösterdiği için ve nihayet çağdaşlaşmaya engel olan etkenleri cesaretle bertaraf ettiği için büyüktür. Esasen "Modern Türkiye'nin Kurucusu" sıfatını da işte bu büyüklüğünden almaktadır.

Büyük Nutkun sonlarında, Türk gençliğine hitaben çizdiği tablo, aslında, kendisi mücadeleye atıldığı zaman, memleketin içinde bulunduğu tablodur. Atatürk, en güç şartlar altında bile, herşeyin bitti zannedildiği bir zamanda bile, Türk milletine güven hissinin kaybolmaması gerektiği gerçeğirri, eseriyle ispatlamış bir millî kahramandır; onun için sembol olmuştur, onun için bayrak olmuştur.

Atatürk gerçeğin adamıdır; sağduyunun ve ince görüşün adamıdır. Nerde ne yaptı, neye karar verdi ise daima en iyisini yapmış, en hayırlısına karar vermiştir. Halkın eğilimlerini çok iyi sezen ve ruhlara sızmasını bilen usta inkılâpçılığı sayesindedir ki müşterek arzu ve eğilimler kolayca millî ülkü haline gelebilmiştir. Giriştiği mücadelenin başından sonuna kadar Türk milletinin yüksek vasıflarına güvenmiş, kazanılan her türlü zaferin milletin eseri olduğunu söylemiştir. Bütün teşebbüslerinde millet sevgisine dayanmış, kudretli kişiliği ve gerçeği sezişe dayanan ikna kuvvetiyle kütleleri sürükleyebilecek bir lider olduğunu göstermiştir. Millî kurtuluşa bayrak olan fikirleri, görüşleri ve ölmez eseriyle, tesirleri memleket sınırlarını aşmış, mazlum milletlerin bağımsızlık ve hürriyet mücadelesinde manevî kuvvet olmuştur.

Atatürk yaratıcısı, yapıcısı olduğu "Türk İnkılâbı"nı ifade ederken: "Bu inkılâp, yüksek bir insanî ülkü i1e birleşmiş vatanperverlik eseridir. Çocuklarına bütün güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektedir" diyordu. Kendisi de yarattığı inkılâbın imanlı bir yapıcısı sıfatıyla bütün dünyaya açık yürekle, samimiyetle ve dostlukla bakıyordu. Gerçekten, "Ne Mutlu Türküm diyene!" vecizesiyle kalplere millî iman perçinleyen Atatürk, aynı zamanda insanlık idealinin ve insan sevgisinin de sembolü idi. Yabancıların, "Düşmanlarınız kimlerdir?" sorusuna, "Biz kimsenin düşmanı değiliz; yalnız insanılığın düşmanı olanların düşmanıyız!" cevabını veriyordu. İşte bu insancıl yönü iledir ki tamamen millî nitelik taşıyan "Atatürk İnkılâbı" aynı zamanda bütün insanlığın hayranlığını da üzerinde toplamaktadır.

Atatürk'ün insanlık değerlerine içten ve büyük saygısı vardı. O, bütün insanlığın asırlar boyu övdüğü ııe övündüğü meziyetleri üstün kişiliğinde toplamıştı. Hayatı boyunca gösterdiği davranışlar bu meziyetleri sergiliyordu. Şöyle ki:

-Muzaffer Başkomutan olarak İzmir'e girdiği gün, önüne serilen düşman bayrağını, "Bayrak bir milletin bağımsızlık alâmetidir; düşmanın da olsa saygı göstermek gerekir!" diyerek, onu yerden kaldırtan,

-Bir milleti hürYiyet ve bağımsızlığa kavuşturan büyük eserinin haşmeti karşısında, memleketin büyük sanatkârları, şairleri, tiyatro sanatçıları elini öpmek istedikleri zaman "Sanatkâr el öpmez; sanatkârın eli öpülür!" cevabını veren ,

-Çanakkale'de kendisine karşı savaşırken bir kolunu kaybeden ünlü Fransız Generali Gouraud'ya, yıllar sonra Ankara'da karşılaştıkları zaman -Generalin boş kolunu. işaret ederek- : "Türk topraklarında yatan şerefli kolunuz, memleketlerimiz arasında son derece kıymetli bir bağdır!"diyen ,

- Çanakkale şehitleri törenine konuşma yapmak üzere giden bir Bakanına, harpte ölen diğer millet askerleri için de: "Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz!" diye not yazdıran,

- Mısır elçisine, bir sabah, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek: "Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Şu anda günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Bu milletler, bütün güçlüklere, bütün engellere rağmen mânileri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini milletler arasında hiç bir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir âhenk ve işbirliği çağı alacaktır!"

Diyen Büyük Atatürk, gerçekten insan sevgisinin ve insanlık idealinin kolay erişilemeyecek bir örneği idi. Bu davranışlar, belki de insanlık tarihinde eşi olmayan şeylerdi ve O'nun büyüklüğünü, O'nun genişliğini, O'nun engin hoşgörüsünü simgeliyordu."Yurtta barış, cihanda barış" için çalışmak, Atatürk için dünyamızda yaşayan bütün insanları birbirine daha çok yaklaştırmak, daha çok sevdirmek yolundaki çabaların bir parçası idi. O, "İnsan herşeyden önce mensup olduğu milletin varlığı ve mutluluğu için çalışmalı; fakat başka milletlerin de huzur ve refahıni düşünmelidir" derken, işte bu çabasını dile getiriyordu. Atatürk'e göre "Dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu temine çalışmak, demekti". Çünkü, "dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdu". İşte Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesinin kökleri böyle insancıl bir .düşünceden, böyle insancıl bir idealden kaynaklanıyordu.

Atatürk'e göre "Milletleri idare edenlerin vazifesi, hayatı mutlu kılmak hususunda milletlerine yol göstermekti. Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdiı. Hayatta mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı ve huzuru için çalışmakla mümkündü. Natta bir devlet adamı böyle hareket ederken "Benden sonra gelecekler, acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekter mi diye bile düşünmemeliydi."

O, karşılık beklemeksizin, insanlığın mutluluğuna hizmet edebilecek adam yetiştirmenin, en büyük zevk olduğunu söylüyor ve şöyle diyordu: "Bahçesinde çiçek yetiştiren insan, bu çiçekten birşey bekler mi? Adam yetiştiren insan da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket etmelidir. Ancak bu tarzda düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine, milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olâbilirler".

Atatürk'e göre, milletler arasında düşmanlıkların yerini akrabalık bilinci almalı idi. Kıta'alar ve milletler arasında ırkçı ve şoven yaklaşımlar, yerini bütün insanlığın paylaştığı bazı ortak değerlere terk etmeli idi. "İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirlerine sevdirecek karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarıyan hareket ve enerji idi. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktı. Dünya vatandaş(arı kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmeli, insanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerini almalıydı." Bütün milletlerin çağdaş uygarlık düzeyinde birleşmesi, bu ortak uygarlığa dahil olması Atatürk'ün en samimî arzusu idi. Çünkü O, insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı sayıyordu.

Atatürk'e göre, insanlar arasında artık hiçbir renk, din ve ırk ayırımı tanımayan bir ahenk ve işbirliği çağı açılmalı, milletler bağımsızlıklarını, millî niteliklerini, millî kültürlerini kaybetmeksizin, her türlü emperyalist görüşün dışında, insanlığın ortak değerlerinde birleşmeli idi. Bu ortaklaşa değerlerin kıtaları birbirine bağlaması, insanları renk, ırk ve din farkı gözetmeksizin birbirine yaklaştırması lâzımdı. Çünkü insanlığın yükselmesi, insanlık idealinin gerçekleşmesi bu şuurun ayakta tutulmasına bağlı idi. İşte Atatürk, görüş ve düşünceleriyle, bu yönüyle de insanlık tarihi önünde aşılamayacak bir büyüklüğü temsil etmektedir.

Son söz olarak diyebiliriz ki, Atatürk'ün hayatı, şahsiyeti ve eseri incelendiği zaman, insanoğlu, hayranlığını gizleyememekte; bu millî kahramanı kutlamakta, bu kutsal mücadelenin önünde saygı ile eğilmektedir.
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
İlkeleri
HALKÇILIK ;
İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir.(1921) Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir.(1921)

Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir.(1923)

LAİKLİK ;
Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir.(1930) Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir.(1930)
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.(1926)

ULUSÇULUK ;
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir(1930). Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır (1923).
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur(1923).
Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir(1920).

DEVLETÇİLİK ;
Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936) Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır.(1930)
Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir.(1937)

CUMHURİYETÇİLİK ;
Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir (1924).
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir(1933).
Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir(1925).
Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)

DEVRİMCİLİK ;
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır.(1925) Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük,(1925)
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
Kronolijisi
1881

Atatürk'ün Selânik'te doğumu.

1886

Atatürk'ün ilk öğrenimine başlaması (Kısa bir süre mahalle mektebine devam etmiş, daha sonra çağdaş eğitim yapan Şemsi Efendi Okulu'na geçerek ilkokulu burada bitirmiştir.)

1888

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin ölümü.

1893

Atatürk'ün Selânik Askerî Rüştiyesi'ne girişi (Atatürk kısa bir süre Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne gitmişse de öğrenimine daha sonra Askerî Rüştiye'de devam etmiş ve okulu 1896 yılında bitirmiştir. Bu okulda matematik öğretmeni. Mustafa Efendi, genç öğrencisi Mustafa'nın adının sonuna "Kemal" ismini ilâve etmiştir.) Atatürk'ün Manastır Askerî İdadisi'ne girişi ( 1899 yılında bitirmiştir) Atatürk'ün Manastır Askerî İdadisi'ni bitirerek İstanbul'da Harp Okulu'nun piyade sınıfına yazılışı, Atatürk'ün teğmen rütbesiyle Harp Okulu'nu bitirişi ve öğrenimine Harp Akademisi'nde devam etmesi.

1908

Atatürk'ün üsteğmen oluşu.

11 Ocak 1905

Atatürk'ün Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oluşu.

5 Şubat 1905

Atatürk'ün -kurmaylık stajı için- Şam'da 5. Ordu emrine atanması.

10 Şubat 1905

Atatürk'ün Şam'a gitmek üzere İstanbul'dan hareketi.

Ekim 1906

Atatürk'ün Şam'da bazı arkadaşları ile gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kuruşu.

20 Haziran 1907

Atatürk'ün kolağası (kıdemli yüzbaşı) oluşu.

13 Ekim 1907

Atatürk'ün Şam'dan, merkezi Manastır' da bulunan 3. Ordu Karargâhı'na atanması (Bu karargâhın Selânik'teki şubesinde çalıştırılmıştır. )

23 Şubat1908

Atatürk'ün General Litzmann'dan çevirdiği "Takımın Muharebe Talimi" adlı -askerî eğitimle ilgili- kitabın Selânik'te yayımlanması.

22 Haziran 1908

Atatürk'e, 3. Ordu Kararğâhı'ndaki görevinin yanısıra Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği görevinin de verilmesi.

23 Temmuz 1908

İkinci Meşrutiyet'in ilânı.

13 Ocak 1909

Atatürk'ün Üçüncü Ordu Selânik Redif Tümeni Kurmay Başkanlığı'na getirilişi.

3 Nisan1909

İstanbul'da İkinci Meşrutiyet'e karşı -avcı taburlarının ayaklanmasıyla- büyük isyan çıkması (31 Mart İsyanı)

15/16 Nisan 1909

Atatürk'ün Hareket Ordusuyla beraber -bu orduriun Kurmay Başkanı olarak- Selânik'ten İstanbul'a hareketi.

19 Nisan 1909

Atatürk'ün Hareket Ordusu'yla beraber İstanbul'a gelişi.

16 Mayıs 1909

Atatürk'ün 31 Mart olayının bastırılmasından sonra tekrar Selânik'e dönüşü.

30 Ağustos 1909

Atatürk'ün -kolağası rütbesiyle- Cumalı Karargâhı'ndaki askerî manevra'ya katılışı.

8 Eylül 1909

Cumalı Karargâhı'ndaki askerî manevranın sona erişi ve Atatürk'ün Cumalı'den ayrılışı.

22 Eylül1909

Selânik'te "İttihat ve Terakki Büyük Kongresi"nin toplanışı (Atatürk, bu kongrede bir konuşma yaparak ordunun siyasetten çekilmesi gereğini savunmuştur.)

5 Kasım 1909

Atatürk'ün -Selânik Redif Tümeni Kurmay Başkanlığından- tekrar Üçüncü Ordu Karargâhı'na atanması.

1909

Atatürk'ün "Cumalı Ordugâhı" adlı kitabının Selânik'te yayımlanması (Bu küçük kitap, 30 Ağustos-8 Eylül 1909 arasında Cumalı Kararaâhı'nda yapılan askerî manevra esasında tutulan not ve krokilerden oluşmuştur.)

6 Eylül 1910

Atatürk'ün Ücüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı'na atanması.

Eylül 1910

Atatürk'ün orduyu temsilen, Pikardi manevralarını izlemek amacıyla Fransa'ya gönderilişi.

1 Kasım 1910

Atatürk'ün Ücüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı'ndan tekrar Üçüncü Ordu Karargâhı'na atanması.

15 Ocak 1911

Atatürk'ün, 5. Kolordu Karargâhı'nda, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda görevlendirilmesi.

Mart 1911

Atatürk'ün Arnaveıtluk'ta çıkan isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev alışı.

19 Nisan 1911

Atatürk'ün 5. Kolordu'nun Selânik-Kılkış arasında yaptığı manevralara -kolağası rütbesiyle- katılması (Manevra 20 Nisan 1911 akşamı sona ermiştir.)

14 Eylül 1911

Atatürk'ün, Selânik'te 38. Piyade Alay, Kumandanlığı'ndaki görevinden alınarak İstanbul'da Genelkurmay I. Şube'de bir göreve atanması.

29 Eylül 1911

İtalyanların Trablusgarp'ta Osmanlı Devleti'ne harp ilânı

5 Ekim 1911

İtalyanların Trablusgarp'a saldırıya geçmesi Atatürk'ün, Trablusgarp'a gönüllü gitmek üzere -Gâzeteci Mustafa Şerif kimliği ile- bir kısım arkadaşlarıyla beraber İstanbul'dan ayrılışı (İskenderiye üzerinden Trablusgarp'a geçmiştir.)

27 Kasım 1911

Atatürk'ün binbaşılığa terfi edişi

8 Aralık 1911

Atatürk ve arkadaşlarının Bingazi'ye gelişi (Atatürk, burada Tobruk Bölgesi komutanı Ethem Paşa'nın Kurmay Başkanı olarak göreve başlamıştır.)

19 Aralık 1911

Atatürk'ün -Ethem Paşa'nın yerine- Tobruk Bölgesi Komutanlığı'na getirilişi

30 Aralık 1911

Atatürk'ün Derne'ye gelişi ve Derne doğusundaki Şark Gönüllüleri Komutanlığı' nı üzerine alışı.

l9ll

Atatürk'ün, "Tâbiye Tatbikat Seyahatı" adlı kitabının Selânik'te yayımlanması (Bu küçük kitap, 5. Kolordu'nun 19-20 Nisan 1911 günleri yaptığı ve Atatürk'ün de kolağası rütbesiyle katıldığı bir askeri tatbikatın not ve krokilerinden oluşmuştur.)

12 Mart 19l2

Atatürk'ün Deme Komutanlığı'na atanması

1912

Karadağ'ın harp ilânı ile Balkan Harbi'nin başlaması

24 Ekim l912

Atatürk'ün Trablusgarp'tan İstanbul'a hareketi

25 Kasım 1912 Atatürk'ün Gelibolu'da bulunan Bahr-i , Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğü'ne atanması

1 Aralık 1912

Atatürk'ün İstanbul'dan Bolayır'a hareketi

1912

Atatürk'ün, General Litzmann'dan çevirdiği "Bölüğün Muharebe Talimi" adlı -askerî eğitimle ilgili- kitabın İstanbul'da yayımlanması

27 Ekim 1913

Atatürk'ün Sofya Ataşemiliterliğine atanması

20 Kasım 1913

Atatürk'ün Sofya'ya gelişi.

11 Ocak 1914

Atatürk'e, Sofya Ataşemiliterliğine ilâveten Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini de yürütme görevi verilmesi.

1 Mart 1914

Atatürk'ün yarbaylığa terfi edişi.

Mayıs 1914

Atatürk'ün, Nuri (Conker)'in "Zâbit ve Kumandan" adlı,konferanslardan oluşan eseri üzerine, -onunla sohbet şeklinde "Zâbit ve Kumandanla Hasbihal" adlı kitabını yazması (Bu kitap, bir süre gecikme ile 1918 Aralık ayında İstanbul'da yayımlanmıştır.

1 Ağustos 1914

Almanya'nın Rusya'ya harp ilânı ile I. Dünya Savaşı'nın başlaması.

29 Ekim 1914

Osmanlı. Devleti'nin, I. Dünya Savaşı'na girişi.

20 Ocak 1915

Atatürk'ün, Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığı'na atanması.

2 Şubat 1915

Atatürk'ün Tekirdağ'a gelişi ve 19. Tüme- ni kurma çalışmalarına başlaması.

25 Şubat 1915

Tekirdağ'daki 19. Tümen Komutanlığı'nın Maydos (Eceabat)'a nakli ve Atatürk'ün 19. Tümen Komutanlığı üzerinde olmak üzere Maydos Bölgesi Komutaııı olarak görevini sürdürmesi.

18 Mart 1915

Çanakkale Boğazı'nı geçmeye teşebbüs eden İngiliz donanmasının, ağır zayiat vererek başan kazanamaması.

23 Mart 1915

Gelibolu'da 5. Ordu'nun kurulması kararı ve komutanlığına Alman Generali Liman von Sanders'in atanması (26 Mart 1915 günü Gelibolu'ya gelmiştir.)

18 Nisan 1915

Atatürk'ün komutasındaki 19. Tümenin, 5. Ordu'nun genel ihtiyatını oluşturmak üzere Bigalı'ye gönderilişi.

25 Nisan 1915

Çanakkale'de İngilizlerin Seddülbahir ve Arıbumu bölgesinde çıkarma hareketine başlaması; Bigali'den gelen Atatürk komutasındaki 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edilişi (Düşman çıkarması 26 ve 27 Nisan günleri de devam etmiş; ancak Atatürk komutasındaki askerlerimizin kahramanca savunması karşısında başarısız kalmıştır.)

1 Haziran 1915

Atatürk'ün albaylığa terfi edişi.

15 Temmuz 1915

Atatürk'e Harp Madalyası verilişi.

6 Ağustos 1915

Düşmanın Çanakkale'de takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruzu (Bu taarruz, 7 Ağustos 1915 günü de devam etmiş, ancak Atatürk'ün aldığı önlemler sayesinde gelişme imkânı bulamamıştır. )

Düşmanın akşam Anafartalar bölgesine asker çıkararak bu bölgeden de ilerleme girişimi.

8 Ağustos 1915

Atatürk'ün -General Liman von Sanders' in emri ile- "Anafartalar Grubu Komutanlığı"na getirilişi.
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
9 Ağustos 1915

Atatürk komutasındaki kuvvetlerin, Anafartalar bölgesinde İngilizlere taarruzu; düşmanın tekrar çıkarma yaptığı kıyılara itilmesi.

10 Ağustos 1915

Atatürk komutasındaki kuvvetlerin, Conk· bayırı'nda İngilizlere taarruzu ve düşmanın ilerlemesine imkân verilmemesi (Bugünkü muharebeler esnasında Atatürk'ün kalbini hedef alan bir kurşun, göğüs cebindeki. saate çaıpıp geri döndüğünden, kendisi mutlak bir ölümden kurtuldu.)

1 Eylül 1915

Atatürk'e, Anafartalar Grubu Komutanlığı'ndaki üstün başanlan sebebiyle "Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası" verilişi.

10 Aralık 1915

Atatürk'ün,"Anafartalar Grubu Komutanlığı"ndan istifası (Bu istifa,5.0rdu Komutanı General Limon von Sanders tarafından kabul edilmemiş, kendisi izinli olarak İstanbul'a dönmüştür.)

19/20 Aralık 1915

İngilizlerin gece Çanakkale'yi tâhliye etmeleri.

17 Ocak 1916

Atatürk'e,"Anafartalar Grubu Komutanlığı"ndaki üstün başarıları sebebiyle "Muharebe Altın Liyakat Madalyası" verilişi.

27 Ocak 1916

Atatürk'ün, karargâhı Edirne'de bulunan 16. Kolordu Komutanlığı'na atanması (Edirne'deki bu kolordu, Kafkas Cephesinin önem kazanması üzerine bir süre sonra aynı adla Diyarbakır'a nakledilmiştir.)

11 Mart 1916

Atatürk'ün, Karargâhı Diyarbakır'a nakledilmesi kararlaştırılan 16. Kolordu Komutanlığına atanması (Başkomutan Vekili Enver Paşa, bugün Atatürk'e telgraf çekerek Kolordu Karargâhıyla Resülayn (Ceylanpınar) üzerinden hemen Diyarbakır'a hareket etmesini istemiştir.)

12 Mart 1916

Atatürk'ün,-16. Kolordu'nurı Edirne'den Diyarbakır'a kaydırılması üzerine- Edirne'den İstanbul'a hareketi.

16 Mart 1916

Atatürk'ün, Diyarbakır'daki görevine gitmek üzere İstanbul'dan ayrılışı.

26 Mart 1916

Atatürk'ün Diyarbakır'a gelerek 16. Kolordunun komutasını üzerine alması.

1 Nisan 1916

Atatürk'ün mirliva (tuğgeneral)'lığa terfi edişi.

Haziran 1916

16. Kolordu Karargâhı'nın Diyarbakır'dan Silvan'a nakledilmesi.

3 Ağustos 1916

Atatürk komutasındaki kuvvetlerin Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçişi.

8 Ağustos 1916

Atatürk komutasındaki kuvvetlerin sabah Muş'u, akşam Bitlis'i düşman işgalinden kurtarışı.

13 Aralık 1916

Atatürk'ün, -Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak kısa bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine - vekâleten karargâhı Diyarbakır'da bulunan 2. Ordu Komutanlığı'na atanması.

16 Aralık 1916

Atatürk'ün, Silvan'dan hareketle Sekerat' ta 2. Ordu Karargâhı`na gelerek Komutan Vekilliği görevini üzerine alışı.

3 Ocak 1917

Atatürk'ün, -Ahmet İzzet Paşa'nın izinden dönüşü üzerine- Sekerat'ta 2. Ordu Komutan Vekilliği'nden aynlarak Silvan'a dönüşü.

14 Şubat 1917

Atatürk'ün Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığı'na atanması.

21 Şubat 1917

Atatürk'ün Şam'a gitmek üzere Diyarbakır'dan ayrılışı.

5 Mart l917

Atatürk'ün Şam'a gelişi ve Sina Cephesini teftişi.

5 Mart 19l7

Atatürk'ün Diyarbakır'daki 2. Ordu'ya vekâleten Komutan atanması.

11 Mart 1917

Atatürk'ün 2. Ordu Komutan Vekili olarak Şam'dan Diyarbakır'a donüşü

16 Mart 1917

Atatürk'ün 2. Orduya asaleten komutan atanması

14 Mayıs 1917

Atatürk'ün Muş'un ikici defa düşman işgalinden kurtarışı (Muş, 8 Ağustos 1916 da kurtarılmış ise de 25 Ağustos 1916 da tekrar Rusların eline düşmüştü.)

5 Temmuz 1917

Atatürk'ün, General Falkenhein'in komutasındaki Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na bağlı olarak Halep'te oluşturulması kararlagtırılan Yedinci Ordu Komutanlığı'na atanması.

Temmuz 1917

Atatürk'ün Diyarbakır'dan İstanbul'a hareketi (7.0rdu Karargâhı'nı oluşturmak üzere Başkomutan Vekili Enver Paşa tarafından İstanbul'a çağrılmıştır.)

Temmuz 1917

Atatürk'ün Diyarbakır'dan İstanbul'a gelişi

15 Ağustos 1917

Atatürk'ün İstanbul'dan Halep'e hareketi (7.0rdu Karargâhı Halep'in Aziziye mevkiinde idi.)

20 Eylül 1917

Atatürk'ün, Halep'ten -genel durum değerlendirmesi ve General Falkenhein ile anlaşmazlığına dair- Sadrazam ve Dahiliye Nazırı Talât Paşa ile Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya raporu

Ekim Başı l917

Atatürk'ün, -Yıldırım Orduları Komutanı General Falkenhein'le anlaşmazlık sonucu- Yedinci Ordu Komutanlığı'ndan istifa edişi

9 Ekim 1917

Atatürk'ün tekrar Diyarbakır'da bulunan 2. Ordu Komutanlığı'na atanması (Atatürk, bu atamayı kabul etmediğinden işlem yürürlülük kazanmamış, kendisi 2. Ordu Komutanı sıfatiyle izinli sayılarak Halep'ten İstanbul'a gelmiştir.)

Ekim Sonu 1917

Atatürk'ün, Halep'ten İstanbul'a dönüşü (9 ay kadar İstanbul'da kalmıştır.)

7 Kasım 1917

Atatürk'ün, İstanbul'da Genel Karargâhta görevlendirilmesi

15 Aralık 1917

Atatürk'ün, Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Almanya'ya gitmek üzere İstanbul'dan ayrılışı

4 Ocak l918

Atatürk'ün Almanya seyahatinden İstanbul'a dönüşü
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
13 Mayıs l9l8

Atatürk'ün, böbrek rahatsızlığı sebebiyle tedavi için İstanbul'dan Viyana'ya hareketi (Viyana ve Karlsbat'ta 2,5 ay kadar tedavi görmüştür.)

4 Ağustos 19l8

Atatürk'ün Viyana'dan İstanbul'a dönüşü

7 Ağustos l918

Atatürk'ün, General Falkenhein'in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya tekrar komutan atanması

15 Ağustos l918

Atatürk'ün, ikinci defa atandığı 7. Ordu Komutanlığı görevine başlamak üzere İstanbul'dan Halep'e gelişi (Halep'te bir gün kaldıktan sonra 7. Ordu Karargâhı'nın bulunduğu Nablus'a gitmiştir. )

19 Eylül 1918

İngilizlerin Halep Cephesi'nde büyük kuvvetlerle taarruza başlaması (Bu İngiliz taarruzu karşısında 8. Ordu Cephesi'nin yarılması üzerine 4 ve 7. Ordular da çekilme mecburiyetinde kalmışlardı. Atatürk komutasındaki 7. Ordu birlikleri düzenini ve savaş kudretini bozmadan Riyad'a, oradan da Halep'e çekildi.)

26 Ekim l9l8

Atatürk komutasındaki 7. Ordu kuvvetlerinin tekrar taarruza geçen düşman kuvvetlerini Halep'in kuzeyinde durdurması ve düşmanın bu hattı geçmesine imkân verilmemesi

30 Ekim 1918

Mondros Mütarekesi'nin imzalanması

31 Ekim 1918

Atatürk'ün -7.0rdu Komutanlığı da üzerinde kalmak üzere- Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na atanması ve Katma'dan Adana'ya gelerek General Liman von Sanders'den komutanlık görevini devralması

7 Kasım 1918

Yıldırım Orduları Grubu ve 7.0rdu Komutanlıklarının kaldırılması ve Atatürk'ün Ordu Kumandanı sıfatiyle Harbiye Nezareti emrine verilmesi

10 Kasım 1918

Atatürk'ün Adana'dan trenle İstanbul'a hareketi

13 Kasım 1918

Atatürk'ün, Adana'dan İstanbul'a gelişi

Aralık 1918: Atatürk'ün,-1914 yılı Mayısında yazdığı- "Zâbit ve Kumandan İle Hasbihal" adlı kitabının İstanbul'da yayımlanması

30 Nisan 1919

Atatürk'ün 9.0rdu Kıtaatı Müfettişliği'ne atanması

16 Mayıs 1919

Atatürk'ün Anadolu'ya geçmek üzere Bandırma Vapuru i1e İstanbul'dan ayrılısı

l9 Mayıs 19l9

Atatürk'ün sabah Samsun'a çıkışı.

22 Mayıs l919

Atatürk'ün Samsun'dan Sadarete raporu:".... Millet yekvücut olup hakimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef kabul etmiştir."

2l Haziran 1919

Atatürk'ün İstanbul'da bulunan bazı tanınmış kimselere Amasya'dan mektup göndererek Millî Mücadele'ye davet etmesi:"Artık İstanbul Anadolu'ya hâkim değil, tâbi olmak mecburiyetindedir." "Size teveccüh eden fedakârlık pek büyüktür" "Millî gaye elde edilinceye kadar âcizleri Anadolu'dan ve milletin sinesinden ayrılmayacağım ve bu noktada nihayete kadar bir millet ferdi gibi çalışacağımı millete karşı mukaddesatım namına söz verdim ve hiç bir kuvvet bu millî karara mâni olamayacaktır."

22 Haziran 1919

Atatürk'ün Amasya'dan Anadolu'da mülkî ve askerî makamlara genelgesi: "Vatanın tamamiyeti, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır."

3 Temmuz 1919

Atatürk'ün Erzurum'a gelişi, halk ve asker tarafından sevgi gösterileriyle karşılanışı.

8/9 Temmuz 1919

Atatürk'ün resmî vazifesiyle beraber askerlik mesleğinden istifası.

9 Temmuz 1919

Atatürk'ün resmî vazifesiyle beraber askerlik mesleğinden istifasını ordu'ya, vilâyetlere ve millete duyurması: "... Bundan sonra mukaddes millî gayemiz için her türlü fedakârlıklâ çalışmak üzere sine-i millette bir ferd-i mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu tamimen arz ve ilân eylerim.

14 Temmuz 1919

Atatürk'ün askerlikten istifası ve Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin başına geçişinin Erzurum'da yayımlanan Albayrak Gazetesinde halka ilânı: "... Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin istifanamesi bir azim ve iman vesikasıdır. Millette, henüz eski kanın sönmemiş olduğunu gösterir muazzam delildir. Anafartalar'da, millî şerefi, tarihin bugünkü nesilden beklemekte olduğu mukaddes vazifeyi yükselten ve yücelten bu muhterem Kumandanı bugünde Millî Mücadele'nin başında görmek mesut bir görüntüdür."

23 Temmuz 1919

Erzurum Kongresi'nin açılışı ve Atatürk'ün Kongre'ye Başkan seçilmesi (Kongre 7 Ağustos 1919'da son bulmuştur.)

7 Ağustos 1919

Erzurum Kongresi'nin Heyet-i Temsiliye seçimini takiben Atatürk'ün kısa bir konuşmasıyla son bulması: "Milletimizin kurtuluş ümidi ile çırpındığı en heyecanlı bir zamanda fedakâr muhterem heyetiniz her türlü eziyetlere katlanarak burada, Erzurum'da toplandı. Hassas ve necip bir ruh ve pek sağlam bir iman ile vatan ve milletimizin kurtuluşuna ait esaslı kararlar aldı. Bilhassa bütün cihana karşı milletimizin mevcudiyetini ve birliğini gösterdi. Tarih bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir." Atâtürk'ün Heyet-i Temsiliye Reisliği'ne seçilmesi.

9 Ağustos 1919

Atatürk,ün, askerlik mesleğinden ihracına, haiz nlduğu nişanların alınmasına ve fahrî yaverlik rütbesinin kaldırılmasına dair irade-i seniye çıkması.

2 Eylül l919

Atatürk'ün Sivas'a gelişi, büyük tezahüratla karşılanması.

4 Eylül l9l9

Sivas Kongresi'nin açılışı ve Atatürk'ün Kongre'ye Başkan seçilmesi. (Kongre 11 Eylül 1919'da son bulmuştur.)

11 Eylül 1919

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin resmen kuruluşu.

7 Ekim 1919

Atatürk'ün -Heyet-i Temsiliye adına millete beyannamesi: "En ağır tarihî şartlar altında bile millî vakarından ve herkesin hukukuna riayetteki mazisinden gelen hasletlerinden zerre kadar ayrılmamış olan milletimizin bundan sonra da aynı tarz ve harekette sabit kalacağından ve bu suretle bu mübarek topraklara sahip olmaktaki liyakat-i medeniyesini bütün cihana tasdik ettireceğinde şüphe yoktur."

20 Ekim 1919

Atatürk'ün, Rauf ve Bekir Sami Beylerle beraber Amasya'da İstanbul Hükûmeti'nin Bahriye Nazırı Salih Paşa ile görüşmelere başlaması (Amasya Mülâkatı).

7 Kasım 19l9

Atatürk'ün İstanbul'da toplanması kararlaştırılan Meclis-i Mebusan'a Erzurum'dan milletvekili seçilmesi.

27 Aralık 1919

Atatürk'ün Ankara'ya gelişi ve büyük törenle karşılanması. (Atatürk şehre girdikten sonra Vali odasında bir müddet istirahat ederek çay içmişler, daha sonra Kolordu'yu ziyaretle buradan kendisine ve arkadaşlarına tahsis edilen Ziraat Mektebi'ne gelmişlerdir.).Atatürk'ün bütün teşkilâta, Ankara'ya geldiğini ve Heyet-i Temsiliye Merkezi'nin Ankara olduğunu bildiren telgrafı.

12 Ocak 1920

İstanbul'da son "Osmanlı Meclis-i Mebusanı"nın açılması (İstanbul'un işgali üzerine 18 Mart 1920 günü son toplantısını yaparak çalışmalarına ara verme kararı almış, 11 Nisan 1920'de Padişah iradesi feshedilmiştir. )

28 Ocak 1920

Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın gizli toplantısında Misak-ı Millî'nin kabulü.

17 Şubat 1920

Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda Misak-ı Millî'nin yabancı parlamentolara ve basına bildirilme kararı.

16 Mart 1920

İtilâf Devletleri tarafından İstanbul'un fiilen işgali.Atatürk'ün İstanbul'un işgali nedeniyle millete beyannamesi: ".... Bugün, İstanbul'u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti'nin yediyüz senelik hayat ve hâkimiyetine son verildi. Yani bugün Türk milleti, medenî kabiliyetinin, hayat ve istiklâl hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi."

19 Mart 1920

Atatürk'ün Ankara'da bir Meclis toplanması yolunda acele seçim yapılması için vilâyetlere, livalara ve kolordu komutanlarına genelgesi: "Ankara'da fevkalâde yetkiye malik bir Meclis, millet işlerini yönetmek ve denetlemek üzere toplanacaktır."

10 Nisan 1920

Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah'ın Anadolu'daki millî kuvvetleri kâfir ilân eden ve katlinin gerekli olacağını (!) bildiren fetvası.

16 Nisan 1920

Ankara Müftüsü Rıfat Efendi'nin, Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah'ın fetvasının dinen geçerli olamayacağını ilân eden fetvası.

23 Nisan 1920

Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması.

24 Nisan 1920

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçilmesi ve teşekkür konuşması: ". .. Gerek askerî gerekse siyasî hayatımın bütün dönem ve safhalarını işgal eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur."

11 Mayıs 1920

Atatürk'ün İstanbul'da Divan-ı Harp tarafından idama mahkûm edilmesi.

24 Mayıs 1920

Atatürk hakkında 11 Mayıs 1920 tarihli idam kararının Padişah tarafından tasdiki.

8 Temmuz 1920

Atatürk'ün Meclis'te konuşması: "Efendiler; memleketimizin ellide biri değil heyet-i umumiyesi tahrip edilse, heyet-i umumiyesi ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan müdafaa ile meşgul olacağız!"

10 Ağustos 1920

İstanbul Hükûmeti ile İtilâf Devletleri arasında "Sevr Antlaşması"nın imzalanması.

2/3 Aralık 1920

Ermenilerle "Gümrü Antlaşması"nın imzalanması.

5 Aralık 1920

Atatürk'ün Bilecik'te Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki İstanbul Heyeti ile görüşmesi (Bilecik mülâkatı)

10 Ocak 1921

Birinci İnönü Zaferi

ll Ocak 1921

Atatürk'ün I. İnönü Zaferi münasebetiyle Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Bey'e tebrik telgrafı: "... Bu muvaffakiyetin mukaddes topraklarımızı düşman istilâsından kâmilen kurtaracak olan kesin zafere bir hayırlı başlangıç olmasını Allah'tan diler ve bu tebrikâtın umum Batı Ordusu er ve subaylarına iletilmesini rica ederim."
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
1 Nisan 1921

İkinci İnönü Zaferi.Atatürk'ün Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya cevap telgrafı: ". Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz. İstilâ altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak köşelerine kadar zaferinizi kutluyor.Düşmanın istilâ hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu!"

10 Mayıs l921

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu" Başkanı oluşu.

16 Temmuz 1921

Atatürk'ün Ankara'da toplanan ve 21 Temmuz 1921'e kadar çalışmalarına devam eden Maarif Kongresi'ni açış konuşması: ". . Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa meycudiyeti ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bilûmum yabancı unsurlarla mücadele lüzumunu ve milli düşünceleri tam bir imanla her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârâne müdafaa zarureti telkin edilmelidir."

18 Temmuz 1921

Atatürk'ün Ankara'dan, Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhı'na gelişi.Atatürk'ün Batı Cephesi Karargâhı'nda İsmet Paşa'ya direktifi: "Orduyu; Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya büyük bir mesafe koymak lâzımdır ki, ordunun tanzim, tensik ve takviyesi mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilmek caizdir."

5 Ağustos 1921

Atatürk'e geniş yetkiler ve üç ay süre ile Başkomutanlık tevcih eden Kanunun kabulü. : Atatürk'ün Başkomutan oluşundan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde konuşması: "... Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah'ın yardımıyıa behemehal mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inaneımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim."

23 Ağustos 1921

Yunan Ordusu'nun taarruzu ve Sakarya Meydan Muharebesi'nin başlaması (22 gün 22 gece devam etmiştir.)

26 Ağustos 1921

Başkomutan Atatürk'ün emri: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.

13 Eylül 1921

Sakarya Meydan Muharebesi'nin sonuçlanması ve düşmanın Sakarya nehrinin doğusunda imha ile zaferin kazanılması.

19 Eylül 1921

Başkomutan Atatürk'ün "Sâkarya Muharebesi" hakkında Büyük Millet Meclisi'nde konuşması: "Efendiler! Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya'da kazanmış olduğu meydan muharebesi pek büyük bir meydan muharebesidir.Harb tarihinde misli belki olmayan bir meydan muharebesidir." Başkomutan Atatürk'e Büyük Millet Meclisi tarafından kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verilişi.

13 Ekim 1921

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti ile Kafkas Cumhuriyetleri (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan) arasında "Kars Antlaşması"nın imzalanması.

20 Ekim 1921

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti ile Fransa Hükûmeti. arasında "Ankara Antlaşması"nın imzalanması.

31 Ekim 1921

"Atatürk'ün Başkomutanlık süresinin 5 Kasım 1921'den itibaren 3 ay daha uzatılmasına dair Kanun'un Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabulü."

14 Ocak 1922

Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın ölümü.

4 Şubat 1922

Atatürk'ün Başkomutanlık süresinin 5 Şubat 1922 tarihinden itibaren ikinci defa üç ay uzatılmasına dair Kanun'un Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabulü..

1 Mart 1922

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşması: ". . Efendiler! Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Türkiye ve Türkiye halkının beka ve istiklâlini temine çalışıyor. Çünkü Türkiye'nin asıl sahibi, meşru ve gerçek sahibi olan Türkiye halkının kat'i arzu ve iradesi bu yoldadır."

6 Mayıs 1922

Atatürk'ün Başkomutanlık süresinin 5 Mayıs 1922 tarihinden itibaren üçüncü defa üç ay uzatılması hakkında Kanun'un Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabulü.

26 Ağustos 1922

Büyük Taarruz'un, Kocatepe'den sabah saat 5.30'da topçularımızın ateşiyle başlaması.

30 Ağustos 1922

Yunan ordusunun tamamen sarılması ve imha edilmesi suretiyle "Dumlupınar (Başkomutan) Meydan Muharebesi"nin kazanılması.

1 Eylül 1922

Başkomutan Atatürk'ün orduya beyannamesi: ".... Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini gözönüne alarak ilerlemesini ve herkesin fikrî güçlerini ve kahramanlık ve vatanseverlik kaynaklarını yarışırcasına göstermeye devam etmesini isterim.Ordular; İlk Hedefiniz Akdenizdir, İleri!"

9 Eylül 1922

Başkomutan Atatürk'ün kuvvetlerimizin İzmir'e giriş haberi üzerine ordulara mesajı: "İlk verdiğim Akdeniz hedefine varmakta orduların gösterdiği gayret ve fedâkarlığı hürmet ve takdirle anarım."

10 Eylül 1922

Atatürk'ün Büyük Zaferi takiben İzmir'e gelişi.

4 Ekim 1922

Başkomutan Atatürk'ün 26 Ağustos Taarruzu, 30 Ağustos ve 9 Eylül Zaferleri hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde uzun beyanatı: "... Bu Anadolu Zaferi tarih arasında bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar kaadir ve ne zinde bir kuvvet olduğunun en güzel misali olarak kalacaktır."

11 Ekim 1922

Mudanya Mütarekesi'nin imzalanması.

1 Kasım 1922

Hilâfet ve Saltanat'ın birbirinden ayrılarak Saltanat'ın kaldırılması kararı.

29 Ocak 1923

Atatürk'ün İzmir'de Lâtife (Uşaklıgil) Hanım'la evlenişi (5 Ağustos 1925'de ayrılmıştir. )

1 Mart 1923

Atatürk'ün, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: " .. Misak-ı Millî, vatanın haricî düşman karşısındaki vaziyet ve mevkiini tesbit eden miıkaddes bir kural olduğu gibi 1 Kasım 1922 kararı da milletimiz için dahilî ve daimî bir düşman olan ferdî saltanata ve onun temsil ettiği meşum bir idare şekline tevcih edilmiş mukaddes bir silâhtır."

8 Nisan 1923

Atatürk'ün, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı olarak milletvekili seçimi münasebetiyle millete, 9 umdeyi içine alan beyannamesi.

24 Temmuz 1923

Lozan Antlaşması'nın imzalanması (Atatürk der ki: "Lozan Barış Antlaşması'nın ihtiva ettiği esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla mukayeseye mahal olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastin yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı Devrine ait tarihte örneği bulunmayan bir siyasî zafer eseridir.") Atatürk'ün, Lozan Antlaşması'nın imzalanması üzerine İsmet Paşa'ya tebrik telgrafı: "Memlekete bir dizi faydalı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihî bir muvaffakiyetle taçlandırdınız."

l3 Ağustos 1923

Atatürk'ün tekrar Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçilmesî.Atatürk'ün, İkinci Devre Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: "...Memleketimizi mâmur ve halkımızı mesut ve müreffeh edeceğiz. Ümidimiz, azmimiz ve bilhassa milletimizin ve Meclis-i Alinizin göstereceği vahdet ve tesanüt ilerleme ve uygarlık yolundaki çalışmamızda elbette muvaffakiyetin kefili olacaktır.

11 Eylül 1923

"Halk Fırkası"nın kuruluşu ve Atatürk'ün Halk Fırkası Genel Başkanlığı'na seçilmesi.

10 Ekim 1923

Ankara'nın başkent oluşu.

29 Ekim 1923

Cumhuriyetin ilânı ve Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.

30 Ekim 1923

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kabinesi'nin İsmet Paşa tarafından kurulması.

21 Kasım 1923

Atatürk'e Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile yeşil-kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası verilmesi.

1 Mart 1924

Cumhurbaşkanı Atatürk'ün, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: "İslâm dinini, asırlardan beri alışılageldiği veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve tanrısal inançlarımızı ve vicdanî değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve, her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel ve katî şekilde kurtarmak milietin dünyevî ve uhrevî saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüksekliği belirir."

3 Mart 1924

Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu'nun kabulü. Hilâfetin kaldırılması.

30 Ağustos 1924

Atatürk'ün Dumlupınar'da "Meçhul Asker Abidesi"nin temelini atması ve törende konuşması: " ... Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk Devleti'nin, genç Türk Cumhuriyeti'nin temeli burada sağlamlaştırıldı.Ebedî hayatı burada taçlandırıldı. . . Bu âbide Türk vatanına göz dikeceklere, Türkün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır."

1 Kasım 1924

Cumhurbaşkanı Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: "Hiç şüphe etmemelidir ki, Anadolu ortasında sür'atle meydana getirilecek yeni ve mamur bir Ankara, asırlarca ihmal edilen Türk vatanı için başlıbaşına bir medeniyet merkezi, Türk Devleti için pek mühim bir dayanak olacaktır."

17 Kasım 1924

Terakkiperver Cıımhuriyet Fırkası'nın kuruluşu (2 Haziran 1925'de Bakanlar Kurulu kararı ile feshedilmiştir.)

17 Şubat 1925

Âşar'ın kaldırılmasına dair Kanun'un kabulü.

5 Ağustos 1925

Atatürk'ün, Lâtife (Uşaklıgil) Hanım'dan ayrılışı.

23 Ağustos 1925

Atatürk'ün Kastamonu'ya gelişi.

27 Ağustos 1925

Atatürk'ün İnebolu'da elinde panama şapkası ile "ünlü şapka nutku"nu söylemesi:". . Bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. İşte şapkamız"

1 Kasım 1925

Cumhurbaşkanı Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: " Cumhuriyet devrinin kendi zihniyet ve ahlakiyle donanmış basınını yine ancak Cumhuriyetin kendisi yetiştirir."

5 Kasım 1925

Ankara Hukuk Fakültesi'nin açılışı ve Atatürk'ün konusması: " Cumhuriyetin güç ve dayanağı olacak bu büyük müessesenin açılışında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım ve bunu izhar ve ifade etmekle memnunum."

25 Kasım 1925

Şapkâ giyilmesi hakkında Kanun'un kabulü.

30 Kasım 1925

Tekke ve za'viyeler ile türbelerin kapatılmasına ve türbedarlıklar ile bir takım ünvanların kaldırılmasına dair Kanun'un kabulü.

26 Aralık 1925

Milletlerarası saat ve takvim hakkındaki Kanunların kabulü.

17 Şubat 1916

Türk Medenî Kanun'un kabulü.

22 Nisan 1926

Borçlar Kanunu'nun kabulü.

29 Mayıs 1926

Türk Ticaret Kanunu'nun kabulü.

14 Haziran 1926

Atatürk'e İzmir'de hazırlanan suikast girişiminin meydana çıkarılması.

18 Haziran 1926

Atatürk'ün İzmir suikast girişimi hakkında Anadolu Ajansına demeci: ". . Alçak teşebbüs benim şahsımdan ziyade mukaddes Cumhuriyetimize ve onun istinat ettiği yüksek prensiplerimize müteveccih bulunduğuna şüphe yoktur.. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidar kalacaktır."
 

Aykut Karabulut

,
Başkan
35-İzmir
Katılım
9 Eki 2010
Mesajlar
12,080
Tepki puanı
730
Puanları
113
Yaş
59
1 Kasım 1926

Atatürk'ün, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: ".... Bu büyük millet, arzu ve istidadının yöneldiği istikametleri görmeye çalışan ve görebilen evlâdını daima takdir ve himaye etmiştir."

30 Haziran 1927

Atatürk'ün askerlikten emekliye ayrılışı.

1 Temmuz 1927

Atatürk'ün, Kurtuluş'tan sonra İstanbul'a ilk gelişi ve coşkun şekilde karşılanışı.

15 Ekim 1927

Cumhuriyet Halk Partisi "II. Büyük Kongresi"nin Ankara'da toplanması ve Atatürk'ün 36 saat 33 dakika süren Büyük Nutku'nu okumaya başlaması:

20 Ekim 1927

Atatürk'ün Parti Kongresi'nde okuduğu Büyük Nutku'nu bitirişi: ". . Bugün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin doğurduğu uyanıklığın ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu neticeyi. Türk gençliğine emanet ediyorum. Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. . . Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asîl kanda mevcuttur!"

1 Kasım 1927

Atatürk'ün ikinci defa Cumhurbaşkanlığına seçilmesi. Cumhurbaşkanı Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde açış konuşması: "...Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin asırlar süren arayışlarının özü ve onun bizzat kendisini idare etmek şuurunun canlı timsalidir. Türk milleti, mukadderatını Büyük Millet Meclisi'nin kifayetli ve vatanperver eline bıraktığı günden itibaren karanlıkları sıyırıp kaldırmış ve ümitleri boğan felâketlerden milletin gözlerini kamaştıran güneşler ve zaferler çıkarmıştır."

10 Nisan 1928

Lâikliğe giden önemli Anayasa değişikliklerinin yapılması (Bu değişikliklerle, Anayasanın ikinci maddesindeki "Türkiye Devleti'nin dini, din-i İslâmdır" fıkrası ile 26. maddede mevcut "ahkâm-ı şeriye'nin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürütüleceğini" belirten cümle kaldırılmış, ayrıca milletvekillerinin ve Cumhurbaşkanının yaptıkları yeminler de değiştirilerek namus üzerine ant içilmesi şekli kabul edilmiştir.)

20 Mayıs 1928

Milletlerarası rakamların kabulüne dair Kanun.

10 Ağustos 1928

Atatürk'ün, İstanbul Sarayburnu Parkında yeni harfler hakkında konuşması: "..Bizim ahenktar, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz."

1 Kasım 1928

Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun'un kabulü.

1 Kasım 1928

Cumhurbaşkanı Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: "Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Türk harflerinin katiyet ve kanuniyet kazanması, bu memleketin yükselme mücadelesinde başlı başına bir geçit olacaktır."

8 Kasım 1928

Atatürk'ün Millet Mektepleri'nin Genel Başkanlığı'nı ve Başöğretmenliği'ni kabul etmeleri.

1 Ocak 1929

Yeni harfleri ve bu harflerle yazıyı halka öğretmek üzere "Millet Mektepleri"nin açılması.

1 Kasım 1929

Cumhurbaşkanı Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: ". . Meclisimizin en büyük eseri olan Türk harfleri, memleketin umumî hayatına tamamen tatbik olunmuştur. İIk müşkülat, milletin. ülkü kuvveti ve uygarlığa olan sevgisi sayesinde kolaylıkla yenilmiştir."

3 Nisan 1930
Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı tanıyan yeni Belediye Kanunu'nun kabulü.

11 Ağustos 1930

Atatürk'ün yeni bir parti kurulması isteği hakkında Fethi (Okyar) Bey'in mektubuna cevabı: "Görüyorum ki lâik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Binaenaleyh Büyük Meclis'te aynı temele istinat eden yeni bir partinin fâaliyete geçerek millet işlerini serbest tartışmasını, Cumhuriyetin esaslarından sayarım."

12 Ağustos 1920

Fethi (Okyar) başkanlığında "Serbest Cumhuriyet Fırkası"nın kuruluşu (Parti, 17 Kasım 1930'da kendisini feshetmiştir.)

1 Kasım 1930

Cumhurbaşkanı Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: ".... Geçen senenin önemli olaylarından biri de Sivas'a demiryolunun ulaşmasıdır. Bu kadar müşkülât içinde vatanı bir misli daha genişletmeye ve kuvvetlendirmeye medar olan bu eserin gelecek Türk milleti tarafından şükranla yâdolunacağına eminim. "

28 Aralık 1930

Kubilây'ın şehit düşmesi nedeniyle Atatürk'ün, orduya başsağlığı mektubu: ".... Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin mefkûreci öğretmen heyetinin kıymetli uzvu Kubilây'ın temiz kanı ile Cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır."

12 Nisan 1931

Atatürk'ün direktifiyle "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti"nin kuruluşu (Daha sonra "Türk Tarih Kurumu" adını almıştır.)

4 Mayıs 1931

Atatürk'ün üçüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçilmesi.

10 Mayıs 1931

Cumhuriyet Halk Partisi Üçüncü Büyük Kongresi'nin toplanışı ve Atatürk'ün konuşması: "... Millet için ve milletçe yapılan işlerin hâtırası her türlü hâtıraların üstünde tutulmazsa millî tarih kavramının kıymetini takdir etmek mümkün olamaz."

1 Kasım 193l

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: ". . Türkiye'nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikameti, bizim daima kuralımız olacaktır."

19 Şubat l932

Halkevlerinin açılması.

12 Temmuz 1932

Atatürk'ün direktifiyle "Türk Dili Tetkik Cemiyeti"nin kuruluşu (Daha sonra "Türk Dil Kurumu" adını almıştır.)

1 Kasım 1932

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: "... Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türkiye Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz."

31 Mayıs 1933

İstanbul Darülfünunu'nun kapatılmasına Millî Eğitim Bakanlığı'nca yeni bir üniversite kurulmasına dair Kanun'un kabulü (Bu kanunla İstanbul darülfünunu kapatılmış,18 Kasım 1933 günü İstanbul Üniversitesi öğretime açılmıştır.)

29 Ekim 1933

Atatürk'ün, Cumhuriyetin 10. Yıldönümü nedeniyle Türk milletine ünlü söylevi: ". . Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. ... Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti bundan sonraki inkişafiyle âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır... Ne mutlu Türküm diyene!"

1 Kasım 1933

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: ".... Geçen on sene, gelecek devirler için bir başlangıçtan başka bir şey değildir. Bununla beraber, eski devirlerin tarihi karşısında, Cumhuriyetin bu on senesi, eşi görülmeyen bir diriliş ve göz kamaştırıcı bir ileri atılış âbidesidir."

20 Kasım 1933

Atatürk'ün İstanbul Üniversitesi'nin öğretime açılması münasebetiyle kendisine çekilen saygı ve bağlılık telgrafına cevabı: "İstanbul Üniversitesi'nin açılmasından çok sevinç duydum. Bu yüksek ilim ocağında kıymetli profesörlerin elinde Türk çocuğunun müstesna zekâ ve eşsiz kabiliyetinin çok büyük inkişaflara mazhar olacağından eminim.

9 Şubat 1934

Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında "Balkan Antantı"nın imzalanması.

21 Haziran 1934

Soyadı Kanunu'nun kabulü.

1 Kasım l934

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: ". . Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak, bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir."

24 Kasım 1934

Kendisine "Atatürk" soyadı verildiğine dair Kanun'un Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabulü.

26 Kasım 1934

Efendi, Bey, Paşa, Hazretleri v.b. lâkap ve unvanların kaldırıldığına dair Kanun'un kabulü.

3 Aralık 1934

Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair Kanun'un kabulü (Bu kanunla din adamlarının hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar mabet ve âyinler haricinde ruhanî kisve taşımaları yasaklanmıştır.)

5 Aralık 1934

Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanıyan Anayasâ değişikliği.

1 Mart 1935

Atatürk'ün dördüncü defa Cumhurbaşkanı seçilmesi.

9 Mayıs 1935

Cumhuriyet Halk Partisi IV. Büyük Kurultayı'nın Ankara'da Atatürk'ün konuşmasıyla açılışı: "Uçurum kenarında yıkık bir ülke.. türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar.. yıllarca süren savaş... ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız, devrimler... İşte Türk genel devrimi'nin bir kısa ifadesi" (Kurultay 16 Mayıs 1935 de kapanmıştır.)

1 Kasım 1935

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: " .. Olaylar Türk milletine iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor: Yurdumuzu ve haklarımızı müdafaa edecek kuvvette olmak.. Barışı koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem vermek.."

9 Ocak 1936

Ankara'da "Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi"nin açılışı.

20 Temmuz 1936

Boğazların Türk Hükûmeti'nin hâkimiyetine geçişini sağlayan "Montreux Antlaşması"nın imzalanması.

1 Kasım 1936

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: "... Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla Türk milletini emin ve metîn bir gelecek yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur."

27 Ocak 1937

Cenevre'de Milletler Cemiyeti toplantısında Hatay'ın bağımsızlığının kabul edilmesi (Bu durum, 29 Mayıs 1937'de Cenevre'de toplanan Milletler Cemiyeti Konseyi'nde de Hatay Anayasasıyla beraber onaylanmış, bağımsızlık rejimi 29 Kasım 1937 günü yürürlüğe girmiştir. 2 Eylül 1938'de Hatay Millet Meclisi açılarak Devlet Başkanlığı'na Tayfur Sökmen seçilmiştir. Devletin adı "Hatay devleti" olarak kabul edilmiş, 23 Haziran 1939'da Türkiye ile Fransa arasında yapılan antlaşma ile de Türkiye'ye bırakılmış, 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı Kanun'la yeni Hatay ili kurulmuştur. )

11 Haziran 1937

Atatürk'ün bütün çiftliklerini ve mallarını millete bağışlaması.

9 Temmuz 1937

Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı'nın imzalanması.

1 Kasım 1937

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşması: "... Milletimizin lâyık olduğu yüksek uygarlık ve refah seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeğe yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım."

30 Mart 1938

Fransa'dan davet edilen Prof.Dr. Fissenger'in Atatürk'ü muayenesini takiben Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nin Atatürk'ün hastalığı hakkında ilk resmî tebliğ yayımlaması (Bu tebliğ'de Fissenger'in muayenesi sonucu Atatürk'ün sıhhatinde endişe verici bir durum olmadığının tesbit edildiği ve kendisine 1,5 ay kadar istirahat tavsiyesinin kâfi görüldüğü belirtilmiştir. )

20 Mayıs 1938

Atatürk'ün Ankara'dan Mersin'e gelişi; askerî birliklerin geçit resmini izlemesi.

24 Mayıs 1938

Atatürk'ün Mersin'den Adana'ya gelişi,Atatürk Parkı önünde askerî birliklerin geçit resmini izlemesi.

26 Mayıs 1938

Atatürk'ün son olarak Ankara'dan İstanbul'a gidişi (Ölüm tarihine kadar İstanbul'da kalmıştır.)

5 Eylül 1938

Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'nda elyazısıyla vasiyetini yazması (Vasiyetname 6 Ekim 1938 günü Dolmabahçe Sarayı'na çağırılan İstanbul Altıncı Noterine Atatürk tarafından teslim edilmiştir. Vasiyetnamenin açılışı: 28 Kasım 1938)

29 Ekim 1938

Atatürk'ün, Cumhuriyetin 15. Yıldönümü nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Ordusuna mesajı: ". . Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an yapmaya hazır ve âmade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır."

1 Kasım 1938

Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşmasının hastalığı sebebiyle Başbakan Celâl Bayar tarafından okunması: "... Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koruyabilecek bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklılıkla izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır."10 Kasım 1938

Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'nda saat dokuzu beş geçe ölümü (Atatürk'ün Türk bayrağına sarılı tabutu 16 Kasım 1938 günü Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda bir katafalk üzerine konularak milletin ziyaretine bırakılmış, 19 Kasım 1938 günü Dolmabahçe'den top arabasına konularak törenle Sarayburnu rıhtımına, buradan Zafer torpidosu aracılığıyla Yavuz gemisine nakledilmiştir. Bu gemi ile İzmir'e getirilmiş, yine Zafer torpidosuna nakledilerek karaya çıkarılmıştır. Cenaze, saat 20.30'da özel trenle Ankara'ya gönderilmiş, 20 Kasım 1938 günü saat 10.00'da başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başbakan, Bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri, devlet ve ordu ileri gelenleri tarafından İstasyonda törenle karşılanmıştır. Atatürk'ün tabutu trenden alınarak top arabasın konulmuş, büyük törenle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne getirilerek Meclis önünde hazırlanan katafalk'a yerleştirilmiştir. 21 Kasım 1938 günü geçici kabir olarak ayrılan Etnografya Müzesi'ne getirilmiş ve hazırlanan mermer lâhdin üzerine yerleştirilmiştir. Tabut 10 Kasım 1953'de büyük bir törenle AnıtKabir'e nakledilmiş ve Atatürk'ün fani vücudu vatan topraklarına verilmiştir.)
 
Üst